BİR BAŞKA ÂLEMDİ BOĞAZİÇİ {5} KAYIKÇI BARBA SPİRO (1)

0

BİR BAŞKA ÂLEMDİ BOĞAZİÇİ {5} KAYIKÇI BARBA SPİRO (1)

“Kuşlar, balıklar ve ağaçlar İstanbul Boğazı’nın değerini insanlardan çok daha iyi bilirler. Bir ayrıcalıktır tüm canlılar için Boğaz’ı görmek ve Boğaz’da yaşamak,”
Barba Spiro (Yeniköy-Boğaziçi,
Mayıs 1953)

KAYIKÇI BARBA SPİRO

Leylekler göklerde yavaşça süzülerek, yelkovan kuşları ise kanatları suya değercesine Boğaz’dan telaşla uçarak geçerken  baharın ilk müjdecileri olurlar.

Yamaçları, sahilleri bembeyaz çiçekleriyle donatan erik ağaçları ilkbaharı muştular. Yalıların, köşklerin, evlerin bahçelerinde gelinliklerini giymiş taze gelinler gibidirler. Günler ilerledikçe Boğaz sırtlarını alev alev yanmaya başlayan ateş topları sarar. Ansızın erguvan zamanı geliverir. O erguvanlar ki, İstanbul’un süsü, Boğaz’ın gerdanlığı, baharın kor dudaklı güzelidir. Morumsu pembe çiçekleriyle mavilikleri ve yeşillikleri selamlarlar.

Karada erguvanlar açarken denizde balıkların Marmara’dan Karadeniz’e geçişi başlamıştır. Bu geçit töreninin adına balıkçılar “anavaşya” derler. Yeniköylü Rum ve Türk balıkçılar için her “anavaşya”nın bir de “katavaşya”sı vardır. Yani, yaz boyunca Karadeniz’de iyice beslenip büyüyecek o balıklar sonbaharda tekrar Boğaz’dan geçip Marmara’ya ineceklerdir.

Balıkların ve kuşların ilkbahardaki her gelişinin bir dönüşü vardır sonbaharda. Tüm canlıların hareketlendiği baharlar, tüm duyularımıza hitap eden, benzersiz bir ilâhî  âhenkle icra edilegelen Boğaziçi senfonisinin doğada dalga dalga yayıldığı, tadına doyulmaz zamanlardır.

Denizden karaya taşan Boğaz senfonisinin o kadar çok bileşeni vardır ki, burada yaşayanlar doğadaki bu armoninin pek farkına da varamaz. Kırlardaki çiçekler, havadaki kuşlar, denizdeki balıklar eşsiz bir ritimle bu âlemdeki sıralarını alırlar.

Uskumrular Nisan/Mayıs boyunca Marmara’nın sularında yumurtalarını döker ve çiroz adını alır. Marmara’dan gelip Karadeniz’e geçmekte olan çiroz sürüleri balıkçıların bereketi olur salkım salkım çaparilerde. İlkyaz boyunca sahilden geçenlerin gözlerine, ağaçların arasına gerili iplere sıra sıra asılarak güneşte kurutulan çirozların bolluğu takılır.
***


Yeniköylü yaşlı kayıkçı Spiro Balianos için yazın asıl habercisi, çirozlar açık alanlarda kurutulurken çevreye yayılan, havadaki çiçek rayihası ile iyot buharına karışan o ekşimtırak koku idi. Öyle ki, her akşam serinliğinde şiddeti artan bu koku O’na rakı vaktini anımsatırdı.

Türk ve Rum gençlerin kendisine Barba diye seslendikleri Spiro yetmişli yaşlarındaydı. İyi ve kötü günler görmüştü. Büyük acılar yaşamıştı. Ama en büyük acısını daima içinde taşıyarak Boğaz’ın sularıyla dertlerini yıkamıştı. O, ekmek parasını denizden çıkaran bir kurt denizciydi.

Teni güneşte yana yana bakır rengini almıştı. Başından hiç eksik etmediği kasketi açık alnının üzerinde kaykılır, O’na gizemli bir hava verirdi. Boyuyla, posuyla, duruşuyla, O hala yağız bir “levendismu”dur (levent) hayranlarının gözünde.

Spiro yorgun ama güçlüdür. Yıllar boyunca Boğaz’ın akıntılarında kürek tutmaktan elleri nasır bağlamıştır. Çok iri elleri ve ayaklarıyla, kaslı gövdesiyle, kimi ufak tefek insanların yanında bir dev gibi görünürdü.

İkiz Yalı’nın Yeniköy Vapur İskelesi’ne yakın olan ikizinin kayıkhanesini kendine mesken tutmuştu. Hayırsever yalı sahibi Rüştü Beyefendi O’nu bu özel mekanda konuk ediyor, zarif kayığını yağlı kızağa çekmesine, kayıkhanenin gizemli havasında özgürce yaşamasına izin veriyordu. O kayık ki Spiro’nun yaşamındaki tek varlığı, tek dikili ağacı idi. Kendi ifadesine göre “ekmek teknesi”, “medar-ı maişeti” idi.

Barba Spiro’nun kayığı, Boğaz’da giderek kaybolmakta olan o güzelim kancabaş türünden bir sanat eseridir. 1940’ların sonu/1950’lerin başında adeta Yeniköy’ün denizcilik simgelerinden biri olmuştu. Baş ve kıç tarafındaki oyma işlemeleri, bodoslama’larındaki ahşap nakışlar, kimbilir hangi Türk ya da Rum nakkaşın elinden çıkmıştı? Acaba hangi usta eller bu denli ince bir işçilikle o oymaları yapmış ve onları bu denli afilli bir biçimde altın yaldız ile boyamıştı?

Spiro’nun yaşlı fakat güçlü bedeni kancabaşı ile, yani o zarif kayığının her parçasıyla adeta bütünleşmişti. İri, nasırlı elleri kürekleriyle, koca ayakları ise basamak tahtasıyla müthiş bir uyum içinde birleşirdi.

Tanyeri ağarırken küreklerini siga siga çekerek kayığını kayıkhaneden çıkarması bir opera uvertürünün âhengiyle başlar ve biterdi. Kancabaş kayık az ötedeki Yeniköy Vapur İskelesi’ne yaklaştığında, Spiro önce  Beykoz sonra Kanlıca yönüne bakarak havayı koklar, rüzgarı, akıntıyı, balıkların muhtemel yerlerini duyumsardı. Bu işlemleri bir pandomim gösterisi tarzında icra ederdi. Barba kayığındaki tüm hareketlerini uyumlu bir akış içinde, kesintisizce ve bir şiir okurcasına yapıyordu.

Sabahın ilk ışıklarında uyandıktan sonra O’nu balık avına çıkarken görenler  “kalipsarya” diyerek bol ve bereketli avlar dilerlerdi. Öğleye doğru dönüşünde ise, meraklı gözlerle kayığındaki balıkları boşaltması izlenirdi. Barba tuttuğu en güzel, en nâdide balıkları önce yalı sahiplerine, özellikle de pek sevdiği küçük dostu Memo’ya sunardı.

Barba Spiro olta balıkçılığı dışında sakalık (suculuk)  yapardı. Bahar ve yaz aylarında haftanın bir gününde Çubuklu’ya su seferine çıkardı. Yeniköy’ün karşısında, Çubuklu Korusu’nun eteklerindeki Çubuklu Çayırı’nın kenarında, yüzlerce yıllık çınarların, ulu söğütlerin gölgesinden gelerek iskelenin arkasındaki haznede toplanan Çubuklu Suyu Yeniköy halkının o yıllarda Sarıyer sularına dahi tercih ettiği nefis bir su idi. Barba bu suları yalnız daimi müşterilerine getirir, keza suları onlara ait çeşit çeşit, hasır sepetli ya da sepetsiz, cam ve çinko damacanaların içinde taşırdı.
***
Barba Spiro Yeniköy’ün genciyle yaşlısıyla tüm halkının çok sevdiği, saydığı bir büyüğü, bir bilge kişisiydi. Nezaketiyle, zarif duruşuyla ünlenmişti.

Köyün kadınlarıyla her karşılaştığında, ister genç bir matmazel  ister olgun bir madam ya da hanımefendi olsunlar,  mutlaka kasketini çıkararak, yüzündeki derin gülümseyişiyle onları selamlar, onlara bir çift güzel söz söylerdi. Kadınlara genç ve güzel olduklarını söyleye söyleye, iltifatlar yapa yapa onların gönüllerinde taht kurmuştu.

Barba fakir olmasına fakirdi ama yüreği zengindi. Köyden hemen herkesle dost olmuştu. Sözün tam anlamıyla bir dost zengini idi. Yeniköy’ün şık ve varsıl hanımefendilerini, beyefendilerini kayığıyla İstinye-Emirgan-Bebek ve Kalender-Tarabya-Büyükdere güzergâhlarında gezdirir, bu müşterilerinin gönüllerinden kopan paralar geçimini desteklerdi.

Barba Spiro’nun kayığıyla Kalender’den Tarabya Koyu’na, ya da karşıdaki Kanlıca’ya kadar uzanan bir mehtap sefasına çıkmak, ikindileri Emirgan Çınaraltı’na gidip tavşankanı demli çay içmek, Kanlıca’ya uzanıp üzeri pudra şekerli Kanlıca Yoğurdu yemek bambaşka bir keyif, bambaşka bir serüven olurdu. Hele Yeniköy’deki Sipahi Ocağı’nda Üstad Münir Nurettin’in verdiği bir konser mehtaplı gecede denizden izlenebilirse, o gezi tümüyle unutulmaz bir hatıra olurdu.

Yaz boyunca yalı sahibi Rüştü Bey’in eşi Nimet Hanım, aşçıları Tamam Bacı eliyle O’na yeni pişen yemeklerinden bir tepsi içinde gönderirdi. Adını bir türlü öğrenemediği bir başka hayırsever ise, bazı akşamlarda Spiro’ya gazete kağıdına sarılı büyük bir şişeyle,O’nun ‘âb-ı hayat’ (ölümsüzlük ya da sonsuz yaşam suyu) diye adlandırdığı rakılardan gönderirdi.

Barba, gün boyunca kürek çekmekten yorulan bedenini “vakt-i kerahat” dediği sıralarda, yani  güneşin Kalender tepelerinde guruba girdiği zamanda gönlünce kurduğu bir rakı sofrasıyla ödüllendirirdi.

Bu sofranın baş lezzeti, nasırlı ve mahir elleriyle özenerek hazırladığı çiroz salatası idi. Salata ve mezesini hazırlayışını görmeliydiniz. Bu başlı başına bir sanat eseri, bir şölendi.

Spiro, önce birkaç adet çirozu ızgarada  pişirdikten sonra düz ve sert bir tahta üzerinde tokmakla döver,  başlarını, derilerini ve kılçıklarını özenle ayırırdı. Balık parçalarını titizlikle didik didik didikler, sonra üzerine kararınca taş sızması zeytinyağı, üzüm sirkesi ve limon suyu ekleyerek bu seremoniyi tamamlardı. Sirkenin buruk, dereotunun ve terenin yumuşacık kokusu çirozun ekşimtrak yanık kokusuna karışır, kalıp gibi kesilmiş beyaz peynirin ve kokulu ballı topatan kavununun dilimleri ufak sofrasında yerlerini alırlardı. Bazen kaymak gibi ince ince dilinmiş torik lakerdası sihirli kokusu ve tuzunun ipeksi letafetiyle, yanındaki tatlı kırmızı soğanın muhteşem rayihasıyla, bazen saman ateşinin isinde pişirilerek hazırlanmış likorinoz (balık pastırması) ve genellikle hamsi, sardalye, çaça bazen de tırsi balığından yapılan ançüez (tuzlu, yağlı balık ezmesi) de bu mütevazı ziyafete eşlik ederlerdi.
***
Barba, balık avından döner dönmez, önce pek kıymetli kayığını tertemiz yıkar ve siler, teknesini balık kokularından ve kirlerden arındırırdı. Temizlik işlemlerine başlarken, bir sanat eseri olan balıkçı bıçağını kemik sapından sivri çelik ucuna dek özenle sıyırır, bol sabunlu suyla yıkar, temiz bir havluyla kuruturdu. Bıçağını deri kılıfına yerleştirirken sol elinin nasırlı parmak ucuyla keskinliğini denerdi. Tam o anda akşam güneşinin ışınları çelikte yansımalar yapar, ışıl ışıl parlardı. Spiro, takımlarının en değerli parçası saydığı bu bıçağını belindeki kuşakta sürekli taşırdı.

(Devam Edecek)

Mehmet Cemal BEŞKARDEŞ

 

Mehmet Cemal BEŞKARDEŞ /kentekrani

Youtube Abone Olmak İçin Tıklayınız

www.kentekrani.com 28 Ocak 2023