SEÇİMLERE BİR AY KALA SİYASİ PARTİ LİDERLERİNİN VE İTTİFAKLARIN BOL KESEDEN DAĞITTIĞI VAATLERİ İZLİYORUZ…

0

SEÇİMLERE BİR AY KALA SİYASİ PARTİ LİDERLERİNİN VE İTTİFAKLARIN BOL KESEDEN DAĞITTIĞI VAATLERİ İZLİYORUZ…

Cumhurbaşkanlığı ve milletvekili genel seçimlerine bir ay kadar zaman kala siyasî parti liderlerinin ve ittifakların bol keseden dağıttığı vaatleri izliyoruz…

Millet İttifakı’nın Cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimlerini kazanması halinde ülkemizde nasıl bir değişimin başlatılacağı vatandaşlarımız arasında tartışma konusu oluyor…Bu bağlamda, başta Almanya olmak üzere AB ülkelerinden Türkiye’ye belirgin bir geri dönüş dalgasının başlayacağını ileri sürenler dikkat çekici açıklamalar yapıyorlar…

Geriye dönüp baktığımızda, Türk-Alman, Türkiye-AB göç geçmişinde 2000’li yılların başlarında yaşanan Türkiye’ye yönelik nitelikli göç olgusunun, Türkiye’nin aslında Almanya’ya ilk işçileri gönderirken amaçladığı bir hedefi olduğunu anımsıyoruz…


Ancak bu beklenti 40 yıl sonra kısmen gerçekleşti ve Türkiye’ye ciddî sayıda nitelikli göçmen geldi. Bu gelen nitelikli göçmenlerin Almanya’dan hangi nedenlerle Türkiye’ye geldikleri konusu birçok çalışma ile araştırılmış olmasına rağmen Türkiye’ye geldiklerinde karşılaştıkları sosyoekonomik sorunlar henüz yeterli derecede araştırma konusu edilmemiş. Oysa Türkiye’nin sosyoekonomik kalkınması açısından çok önemli roller üstlenebilecek bu nitelikli göçmenlerin Türkiye’ye geldiklerinde yaşadıkları süreci aydınlatmak, Türkiye açısından, en az Almanya’dan gelmelerinin ardında yatan nedenleri araştırmak kadar önemli. Bu nedenle Türkiye’ye gelen bu ikinci ve üçüncü nesil nitelikli Türk veya Türk kökenli Alman göçmenlerin (yanısıra, kökten Almanların da) hangi sosyoekonomik sorunlarla karşı karşıya kaldıklarını ve bu sorunların onların tekrar Almanya’ya dönmelerinde etkili olup olmadığının da saptanması gerektiğini düşünüyorum…

Son yıllarda Türkiye’den umudunu keserek yurt dışına gidenlerin hikayeleri farklı mecralarda ilgiyle okunuyor. “Beyaz yakalı göçü” araştırmalara konu oluyor. Bu göç dalgasının farklı kırılma dönemleri olsa da Gezi’den sonra başladığı söylenebilir. Özellikle seküler bir yaşam tarzına sahip kişilere dair “gidebilen gidiyor” algısı çok yaygın, yani kalma sebebi, gitme imkanına sahip olmamak olarak görülüyor. Oysa zamanında farklı sebeplerle giden, kalma imkanı olduğu halde ülkeye geri dönenler de var. Onların hikayeleri, yurt dışı hayali ve deneyimi, göç, memleket, gurbet gibi çetrefil mevzulara farklı bir gözle bakmamızı sağlıyor.

‘NERESİ SILA BİZE, NERESİ GURBET?’

Kendileriyle sohbet ettiğim yurtdışından dönenler anlatıyor: Neresi sıla bize, neresi gurbet?

Şüphesiz her göç hikayesi ‘nevi şahsına münhasır’dır, yâni kendine özgü özellikleri olan, herkes gibi olmayan ve özgün özelliklere sahiptir…

Müge* arkadaş, bu olgunun merkezinde olmasa da, hayatının 6 yılını geçirdiği, bir yuva inşa ettiği Berlin’den dönme kararına dair birkaç söz ediyor: “Yurt dışı deneyimim sayesinde ‘dünyanın’ her ülkede ve şehirde ‘aynı’ olduğunu yaşayarak bildim. İki yıl önce Türkiye’ye, tek başında çocuk büyütmekten yorulduğum, ne Berlin, ne bir süre yaşadığım Londra, Oxford gibi şehirlerde, ne de işim sayesinde bulunduğum ülkelerde, hayal ettiğim özgürlük/hak/hakkaniyet/huzuru bulamayacağıma kanaat getirdiğim için döndüm. Belki bunları ve dahi fazlasını bulanlar vardır, ama şartlar ne olursa olsun dönenler/kalanlar umarım beni doğru anlayarak güç ve umut tazeler. Ya da daha güzel bir hayat umuduyla gitme planları yapanlar hayallerini daha gerçekçi kurarak daha az hırpalanırlar…”

‘NEDEN DÖNDÜN?!’

Yurda dönüş yapan kişilerin neredeyse tümü yurda dönme kararı verince veya döndükten sonra “deli misin” tepkilerine maruz kalmış, hatta Müge bu durumdan o kadar bunalmış ki “yazılı bir metin hazırlayıp cebinde taşımayı, bu soruyu sorana susarak o metni vermeyi” düşünmüş.

Bu konuda yaşadığı deneyimi ayrıntıyla paylaşan Duygu*, bu sorunun genellikle hiç yurt dışına çıkmamış ya da uzun süre yurt dışında yaşamamış olan insanlardan geldiğini belirtiyor: “Çünkü çıkan bilir, hiçbir şey dışarıdan göründüğü gibi değil, tam aksine bitmeyen bir mücadelede devam eder.”

25 yaşında iken 2003 yılında Arjantin’e, oradan da Brezilya’ya “bir daha dönmemek üzere” giden Duygu, çetrefil lakin yaratıcı ve dönüştürücü 9 yıldan sonra 2014 yılında yurda dönmüş. Dönme isteğinin ne zaman oluştuğunu kendisine sorduğumda hatırladığı en belirgin ânı şöyle anlatıyor: “2013 yılı Gezi olayları olurken, Berkin Elvan öldüğünde evdeki arkadaşlarıma bunun haberini verirken, ‘Çocuk ekmek almaya giderken vuruldu…’ dedim, Meksikalı arkadaşım, ‘Meksika’da her gün böyle bir sürü çocuk ölüyor’ dedi, ben de ‘Ama bizim için bu çocuk çok önemliydi’ dediğim an sağıma soluma bakındım, arkam önüm, biz kelimesi kafamda yankılandı. Bir uğultuya dönüştü, kafamı yastığa koydum geçmedi, duş aldım geçmedi, günlerce evde bir ruh gibi dolandım. Sonrasında gelen diğer haberlerle, kafam sürekli Türkiye’deydi.”

‘HİÇ ÇIKMASAYDIM ŞU AN OLDUĞUM KİŞİ OLAMAZDIM’

Duygu’ya göre Türkiye’de yaşamanın çok zor olduğu, çok direnç gerektirdiği aşikâr ancak dünyanın çoğu ülkesiyle aynı sorunları paylaştığımız da ortada: “Birçok ülkede ırkçılık, kadın cinayetleri, çocuk istismarları, insan hakları ihlalleri, yolsuzluklar, eşitsizlik, haksızlıklar, baskılar var. Türkiye’de kültürel mirası aktarma koşulları yaratılamadığı, yaratılmasına izin verilmediği için eğitim eksik kalıyor ve nefret kültürü çok fazla besleniyor. Sevgisizliğin yarattığı tahammülsüzlük şiddeti doğuruyor ve kadın, erkek, çocuk, hayvan her gün bu şiddete maruz kalıyoruz.”

Buna rağmen ona göre burada yaşamanın olumlu tarafı “geçmişine, çocukluğuna, edebiyatına, ailene, diline yakın olmak”. Ülkeyi terk etme planının olmadığını, zaten artık nerede olduğundan çok ne yaptığıyla ilgilendiğini, neyi, nasıl ürettiğinin önemli olduğunu vurguluyor. Ancak bunları on yıl gezmiş biri olarak söylediğinin de altını çiziyor: “Hiç çıkmasaydım kaybolur gider, şu an olduğum kişi olamazdım.”

Yaşadığı deneyimin onu değiştirmesinin “o yolda biraz kaybolmakla keşfettiği” şeyler sayesinde olduğunun farkında ve yurt dışında yaşamayı şöyle tarif ediyor: “İnanılmaz bir hayat deneyimi ve bilgi birikimine sahip oluyorsunuz, kendimi birkaç üniversite bitirmiş gibi hissediyorum. Bu yolculukta öğrendiğim iki dilde çevirmenlik ve öğretmenlik yapmaktayım. Sorun çözebilme becerisi inanılmaz gelişiyor. Kendini, farklı kültürleri tanıma, farklı olanı anlamaya çalışma, mücadele edebilme yetisinin yanı sıra gördüğün, dinlediğin, okuduğun şeyler seni başka bir insana dönüştürüyor.”

25 yaşına dek rakı içmeyen, anason kokusuyla midesi bulanan Duygu’ya, döndükten sonra “yudumladığı ilk rakı, sabahında ince belli bardaktan içtiği çay, yediği zeytin, duyduğu Türkçe kelimeler” öyle bir rahatlama getirmiş ki, bir an bile pişman olmamış: “Birçok şey tamamlanmış ve başka bir şeye evrilmiş, dinamiğin kendisi ben farkında olmadan beni ihtiyacım olan şeye doğru götürmüştü.”

DÖNDÜĞÜNE PİŞMAN OLMAK

Serhat* 2002 yılında eğitim amaçlı göç edenlerden. Fransa, Amerika ve Almanya’da 12 yıl yaşadıktan sonra üniversitede öğretim kadrosu bulmak için 2014’te Türkiye’ye dönmüş. “Döndüğüne hiç pişman oldun mu?” sorusuna “Kuşkusuz yüzlerce kez. Siyaseten değil ama, gündelik yaşam pratiği ve hatta estetiği açısından” cevabını veriyor.

Serhat’a göre yurt dışında yaşamanın olumlu yönü gündelik yaşam kolaylığı, düzen ve dakiklik. Türkiye’de ise, evden markete gidip gelmek dahi “Tam bir düşük yoğunluklu çatışmaya benziyor. Kimselere çarpmadan, kaza geçirmeden, sıra kaptırmadan, kaldırımda yürüme düzeninden şikayet etmeden eve dönüşünüz neredeyse imkansız gibi; her an tetikte olmanız gerekiyor.”

Serhat bu yüzden son iki yılda, internetten alışverişini oldukça arttırmış. İnsan ilişkilerindeki mesafenin, “hep bir pazarlık süreci, oynak ve flu olması” onu rahatsız ediyor ve Türkiye’deki insanların sanki sınır ve mesafenin belirlenmesinden kaygılandığını düşünüyor, “Gerçi Covid-19 sonrası bu değişebilir, bekleyip görmek gerekiyor” diye de ekliyor.

2012 sonbaharında doktora eğitimi için Kanada’ya giden ve 2018 baharında Türkiye’ye dönen Turan* da yeniden gitmeyi bir olasılık olarak düşünüyor, ancak Serhat’ın aksine döndüğüne hiç pişman olmamış, çünkü Türkiye’ye dair özlediği birçok şeyi tekrar görme, deneyimleme imkânı bulmak onca sene sonra iyi gelmiş. Ama Türkiye’deyken 5,5 sene boyunca yaşadığı ve “bazen belki biraz fazla da eleştirdiği” Kanada’nın eskisinden daha güzel bir yer olarak gözüktüğü dönemleri sıklıkla yaşamış. Kanada’ya dair eleştirileri ise yaşadığı şehirle ilgili: “140 bin kişilik küçük bir üniversite şehrinde gecen beş buçuk sene beni bıktırdı. Olaysız, rahat bir yaşam gibi gelebiliyor ama hayatının neredeyse tamamını İstanbul’da geçirmiş biri için bu da bir yerden sonra bunaltıcı olabiliyor.”

Turan belli bir hayat akışına alışkın insanların, büyük şehirleri ve o şehirlerin insan kalabalığını norm olarak görme eğiliminin ne kadar zaman geçse de baki kalabildiğini vurguluyor.

‘HER ZAMAN BİRAZ YABANCI, BİRAZ ÖTEKİ’

Turan’a göre yurt dışında her yer, ama özellikle küçük şehirler, daha homojen nüfuslarıyla insana yabancı olduğunu devamlı hatırlatan yerler, ki bu da geri dönmesinde bir rol oynamış: ”Yurt dışına gitme planları yapan birileri varsa şu an, yurt dışında, göl kenarında, az nüfuslu, kendi halinde, rahat bir yerleşim yeri hayali yerine, çok kültürlü ve kimlikli yapılarıyla büyük şehirleri öneririm. Büyük şehirlerin genelde yabancıya daha açık olduğu iddia edilebilir.”

Yine de siz ne kadar alışırsanız alışın, gittiğiniz yerin size hiçbir zaman tam olarak alışmadığının, her zaman biraz yabancı, biraz öteki olarak kalacağınızın altını çiziyor. Özellikle günümüzde, sağ siyasi partilerin gücünün ve etkinliğinin dünya genelinde arttığı bir dönemde gidilen hemen her ülkede benzer bir manzaraya hazırlıklı olmayı öneriyor. Turan’ın “biraz maddi bir gereklilik” olarak da gördüğü geri dönme sebebi ise yurt dışında iş garantisinin sanıldığının aksine her daim geçerli olmadığını gösteriyor. Doktora süresince geçimini doktora bursu, asistanlık ve öğretim görevlisi olarak sağlayan Turan kazanılan paranın cüzi bir rakam olduğunu, değil para biriktirmek, “kıt kanaat” yaşandığını, sonrasında hemen iş bulmanın zorluğuna dikkat çekiyor.

YA TÜRKİYE’YE GÖÇEN ALMANLAR NELER YAŞIYOR?**

Gelelim Almanya’dan Türkiye’ye göç eden tipik bir Alman vatandaşının öyküsüne:

Manfred* Almanya’dan Türkiye’ye göç etmeye karar vermiştir…

Evini barkını arabasını satar, Darmstadt’ı terk eder, İstanbul’a ayak basar… İşbank’ta hesap açar…Sultangazi’den bir daire satın alır…T.C. vatandaşı olur… Almanya’daki tekdüze yaşamı onu boğmuş, durağandan heyecana doğru olan bir göç ateşi benliğini sözün tam anlamıyla sarmıştır…

Artık komşusu Müller ailesi ve onların otoparktaki beyaz çizgiler arasına santimi satimine park edilmiş Audi ve Golf marka arabaları, evlerinin duvarındaki 14 yaşında oğullarının bisikleti ve doğup büyüdüğü memleketteki “Grüss Gott!” selâmının yerini, İstanbul’daki komşusunun üzerinde demir filizli iki katlı evi, eşi Gülşen* “yenge”nin demli filiz çayı eşliğinde üç el tavla attığı, “Selâmünaleyküm” diye selâmladığı taksici Şakir* abi almış. Mahallede ayağında Almanya’dan Adidas terlik, sırtında Adidas eşortmanla (halk dilinde “eşofman”) dolaşmakta ve esnafla sürekli selâmlaşmakta…

Çocuklar Manfred’i mahalledeki yeni Alman komşuları “Ferdi abi” olarak çağırırken önünden geçen plastik topa alkışlar ve kahkahalar arasında ayak koymakta…

Burası İstanbul! Başka İstanbul yok!..

Burası Türkiye!..

Her an herşey olabilir!..

Macera ve heyecan dolu bir kent ve ülke!!!

M. Cemal Beşkardeş

Mehmet Cemal BEŞKARDEŞ /kentekrani

Youtube Abone Olmak İçin Tıklayınız

www.kentekrani.com 13 Nisan 2023

Diğer Yazılar İçin Tıklayınız

 

*Yazıda geçen tüm isimler gerçek adlar olmayıp sadece takma hayalî isimlerdir.

**Sadi Güçlüer arkadaşımın Facebook sayfasından alıntıdır.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here