“Büyümek dururken neden toprağın altında bekliyoruz?”

0

“Büyümek dururken neden toprağın altında bekliyoruz?”

A Love Song For Bobby Long.
Puzzle gibi başlayan bir film.

İlk parçada kahramanımızın yüzünün dörtte birini görüyoruz ekranda, çene ve ağız bölümünü. Hemen ardından ikinci parçayı, kahverengi deri ayakkabılı sol ayağını. Üçüncü parça sol gösterip sağ vurur gibi şaşırtıyor bizi, sağ ayak sol ayağa hiç benzemiyor çünkü. Onun aksine siyah parmak arası terlikli, salaş, bakımsız, çıplak ve yaralı. Kahramanımızın sağ baş parmağı morarmakla kalmamış, pislikten kararmış da üstelik. Ama neşeli bir yara, neşeli bir kara’n’lık bu. Üzerinde gülen yüz emojisi bulunan çocuksu bir yara bandıyla sarılmış çünkü. Görenlere; “Siz kendi işinize bakın, biz hem yaralı hem mutluyuz,” mesajı veriyor adeta. Dördüncü parçada kahramanımızın açık renk takım elbise giydiğini, beşinci parçada sigara içtiğini ki ilk parçayı vermeden önce görüntüsüz verilen su sesinin bardağa dökülen içki olduğunu anlamıştık zaten. Beşinci ve son parçada sigarasını dudağına götürdükten sonra, kahramanımızın gerçek adı da geliyor ekrana: John Travolta. Ama biz onun karşımıza hangi karakterde bir adam olarak çıkacağını üç aşağı beş yukarı zaten hesapladık. Ondan ziyade oynayacağı karakter ilgilendiriyor bizi artık. Birbirine zıt olarak verilen ayak görüntülerinden iki uçlu bir yaşam ve kişiliği tek bir hayata sığdırmaya çalışan bir karakter beklentisine girdik bile. Çünkü içkisini bardağına koyarken duyduğumuz ses bir su ayini gibi alıp götürmüştü bizi. Sigarasını yakmasıysa bir ateş ayini adeta. Sigaraya ve çakmağa her dokunduğunda derinlik sarhoşluğu içindeki yıkıcı bir haz ve yakıcı bir tutku adamının onu bir uçtan diğer uca savuran hikâyesini sabırsızlıkla bekliyoruz artık.

Filmin ilk dakikasında olanlar bunlar, 0.52 saniyesinde hatta.

Çok ehlikeyif gibi görünse de kahramanımız çok bekletmiyor bizi. İçkisini bir kese kağıdına sardırıp, ödemesini borç defterine yazdırarak yaptıktan sonra topallayarak ve barmenin iğnelemelerine aldırmayarak çıkışa doğru yürüyor. Kapı, kapı değil, kocaman bir ağız. Açılır açılmaz göz kamaştırıcı bir ışıkla yalayıp yutuyor kahramanımızı. Ve çok geçmeden de eski bir duvarın önüne ışınlarmışçasına bırakıyor onu. Yine bir puzzle parçası gibi. Kaldırımı arşınlayan ayaklarını görüyoruz önce. Yönetmen boşuna gözümüze gözümüze sokmuyor onları. Hikâyenin ana fikri onlarda gizli çünkü. Yürüdükçe sanayi bölgesini andıran, ıssız ve çarpık bir yapılaşmanın içinde boy vermeye başlıyor. Tren yolunun ölümcüllüğüne rağmen, az ötesindeki yeşillikler ve köprü umutlandırsa da bizi gelişmiş bir kent yerine terk edilmiş hissi uyandıran ölü bir kasabada buluyoruz kendimizi. Böyle mi olmalıydı demeye kalmadan canlanmaya, renklenmeye hatta çiçeklenmeye başlıyor kahramanımızın yolu. Bir yaşam belirtisi, bir kalp atışı, bir nefes gibi bir de kadın beliriyor üstelik balkonundaki çiçekleri sulayan. İyi ki beliriyor, bir var olup bir yok olan ölümün bizi de öldüreceğinden korkmaya başlamıştık yoksa. Çok geçmeden de yönetmenin bu ölüm hissini neden verdiğini anladığımız yere, yolun sonuna, mezarlığa varıyor kahramanımız. İçkisini fondip yapıp elindeki şişeyi mezarlığın demir çitleri arasına bıraktıktan sonra içeriye girip henüz kimin defnedildiğini bilmediğimiz cenaze törenini uzaktan izlemeye başlıyor. Yüz ifadesindeki dalgalanmaları okumaya çalışırken dış ses imdadımıza yetişiyor ve birebir tercüme ediyor bizim için.

“Zaman, Bobby Long ile hiç dost olmadı. Hep ona karşı çalıştı. Cömert yapısının onu her zaman kazıklanmaya sevk ettiğine inandırdı.”

Yüzlerini töreni bitirmek üzere olan pedere dönmüş kalabalığa karışmadan sokuluyor. Genç bir adamla el ele tutuşmuş olan sarışın bir kadının ona uzattığı diğer elini tutuyor. Her halinden o kadar belli ki zaten bir kadın eline muhtaç olduğu. Sanırım sadece kendisi görmüyor bunu.

“Lorraine, onu hepimiz kaybettik ama ölmeden uzun zaman önce.”

Pederin son sözüyle birlikte son görevini tamamlar gibi boşta kalan eliyle çıkarıp şapkasını selamlıyor Lorrainen’i.

Lorraine’in onun hayatındaki yerini bilmiyoruz henüz ama gidişinin onu çok üzdüğü çok belli.

“Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar. Ya bir insan bir yolculuğa çıkar ya da şehre bir yabancı gelir.”

Tolstoy’un bu sözünü hatırlatan o yabancıyı, o genç ve tatlı Scarlett Johanssan’ı (Pursy) çikolata, şeker, bisküvi, gibi bol şekerli yiyecekleri tüketirken görüyoruz bir sonraki sahnede. Yedikleri yetmemiş olacak ki bir yandan da televizyondaki yemek programını izliyor. Mutsuzluğunun büyüklüğünü şu halde bile görmemek imkânsızken üstüne erkek arkadaşı da geliyor ve inceldiği yerden koparıyor bu Pursy’nin tatlıya bulamaya çalıştığı berbat ilişkisini. Ama ne yaptığının o kadar farkında değil ki bu bencil ve duygusuz arkadaş, pılısını pırtısını topladığına aldırmadan Pursy’yi yatağa atmanın yollarını arıyor. Biz de kaşla göz arasında merak ediyoruz, böyleleri bir gün idrak eder mi acaba vahşiliklerini diye. İzlerseniz göreceksiniz zaten, az buz bir şey değil kız arkadaşına ettiği. Neyse ki Pursy farkında. Aldırmıyor erkek arkadaşının yalvarıp yakarmalarına ve hızlıca toparlanıp atıyor kendini Florida’daki bu karavan çöplüğünden dışarı. A Love Song For Bobby Long’u başlatmak için Jazz’ın ve mavi hüzün Blues’un kenti New Orleans’a doğru yola çıkıyor. Filmin üçüncü ana karakterine can veren Gabriel Macht (Lawson) sonraki sahnelerden birinde şöyle anlatacaktır New Orleans’ı.

“New Orleans çekici bir şehirdir. Bir masallar ve yanılsama şehri. Lorraine’in kaçmak zorunda kaldığı, Bobby ile benim kaçmak zorunda kaldığım. Alabama’dan, artık bize ait olmayan yaşamlardan sığındığımız şehir.”

Bunu söylerken kendisine ait olmayan bir yaşamdan birdenbire fırlayan bir kaçağın daha New Orleans’a doğru yola çıktığından haberi yoktur henüz. Ve onu orada karşılayacak olanın kendisi olacağından da.

Buraya kadar altını çizdiklerimden de anlaşılacağı üzre A Love Song For Bobby Long ‘bir kendinden kaçmak zorunda kalanlar filmi’. Ya da ‘bir kendilerine doğru kovalananlar filmi’ de diyebiliriz ona. Filmin yönetmeni Shainee Gabel, Ronald Everett Capps’in Off Magazine Street adlı romanından bence oldukça başarılı bir uyarlama yapmış. Filmle ilgili yorumlarda çokça şikayet edilen o yavaş ilerlemenin biraz da bununla ilgili olduğunu düşünüyorum. Kitap okumayı sevenlerin daha çok sevecekleri bir film A Love Song For Bobby Long. Bir edebiyat ve sinema buluşması. John Travolta’nın çalıp söyledikleri de dahil, filmin son derece başarılı müziklerini de katarsak bu buluşmanın içine, bir edebiyat, sinema ve müzik üçlemesi diyebiliriz filme rahatlıkla. Bir müzisyen arkadaşım müzikleri filmden daha başarılı bulmuştu. Müziklerin hakkını verebilmek için filmi yer yer kaçırdığını söylemişti. Bense en çok sisli bir melankoli içinde, bir vakitler Auburn Üniversitesi’nde İngiliz Dili Profesörü olan Bobby’nin ve onun himayesindeki naif öğrencisinin, büyük yazarların ünlü kitaplarından sözler alıntılayıp kime ait olduğunu karşı tarafın bilmesine bırakmalarını sevmiştim. Bu tür bir entelektüel atışmayı Yılmaz Erdoğan da şairler ve şiirler üzerinden yapmaya çalışmıştı Kelebeğin Rüyası adlı filminde.

“Ot, çiçeği güzel olsa da her zaman için ottur.”

Erkek arkadaşından kaçarken annesiyle arasının iyi olmadığını hatta ondan da kaçtığını anlar gibi olduğumuz Pursy’i -bir takside- elinde annesinin yıllar önceki konser ilanıyla görürüz. Annesi el yazısıyla bir not ve adresini de yazmıştır Pursy için üstüne. Adresi bulur ve kapısını çalar. Kapıyı uykudan henüz kalktığı belli olan Lawson açar. New Orleans’ta nereye gitse her gören tanıyacaktır Pursy’i. Lawson da hemen tanır.

“Annen için üzüldüm, ona çok benziyorsun.”

Pursy’nin lafı değiştirmesinden iyice emin oluruz artık annesiyle bir alıp veremediği olduğuna. Emin olduğumuz bir başka şey ise Lawson’un Lorrain’e gizlice hayranlık duyduğudur. Onu ilk gördüğünde çok etkilenmiş ve çok güzel bulmuştur çünkü. Lorraine bir gün önce gitmiş, Lawson’a uygun bir yaştaki haliyle Pursy olarak geri gelmiştir sanki. Bobby ise hiç memnun olmamıştır bu gelişten. İlk işi Pursy’nin annesine kendilerinin baktığını ve Lorraine’in de evin üçte ikisini onlara bıraktığını söylemek olur. Huysuz, ukala ve itici tavırlar sergileyerek Pursy’i evde istemediğini ilk andan itibaren hissettirmeye çalışır. Altta kalmaz Pursy. Ama Bobby’nin aksine Lawson’un onu evde tutma çabalarına rağmen de “bir fare yuvasında iki alkolikle birlikte” yaşayamayacağını söyledikten sonra çekip gider. Annesinin gittiği her yere götürdüğü kitaplarını ona bıraktığını öğrendiğinde, küçümseyerek;”Belki de bit pazarında elden çıkarabilirim,” dediği bir valiz dolusu kitabı da alır giderken. Oysa ilk göz gezdirdiğinde beğenmiştir evi. Bobby’nin bir yansımasıdır adeta ev. Dıştan bakıldığında bir melankoli abidesi gibidir. Karadır. Kırıktır. Döküktür. Mahzun ve gizemlidir. Bobby gibi içine kapanık ve iticidir. Ama içi masmavidir. Blues’dur. Jazz’dır. İçkidir. Sigaradır. Sistir. Pastır. Kirdir. Dumandır. Duygudur. Ağrıdır. Sancıdır. Acıdır. Tuvalet de dahil evin her yanı yığın yığın kitaptır. Evin Bobby ile bütünleşen bohem karakteri edebiyatın serseri tayfası Beat Kuşağı’na bir gönderme gibidir. Hatta ben üşenmedim, kitabın yazarı olan Ronald Everett Capps’in Beat Kuşağı serserilerinden biri olup olmadığına baktım. Değildi. Ama onları fazlasıyla okuyup etkilendiği çok belli. Yarattığı yarı kurgusal karakter Bobby Long kesinlikle onlardan biri.

“Yalnız bir avcıdır yürek.”

Pursy çekip gitti diye midir bilinmez ama ertesi gün bir kahvaltı salonunda çok neşeli görürüz Bobby’yi. Lawson ise Pursy’nin avukata gitmiş olacağını düşünüp endişelenmektedir. Bobby evsiz kalmaktan korktuğu için yalan söylemiştir çünkü. Evin üçte biri değil tamamı Pursy’ye kalmıştır. Demiştim ya bu filmi kitap severler izlesin diye; annesinin ona bıraktığı kitaplardan biri fikrini değiştirmesine sebep olacak ve geri dönecektir çünkü Pursey. Evden çıkıp doğruca terminale gitmiştir. Hareket saatini beklerken valizdeki kitaplardan birini yine bolca tıkındığı zararlı yiyecekler eşliğinde okumaya başlar. Okudukça kitap onu ikna etmeyi başarır. Hareket saati gelir geçer. Gözünü kitaptan ayırmadan ve kırpmadan terminalde sabahlar. Kitabı bitirir bitirmez de içinde iki alkoliğin yaşadığı fare yuvasına geri döner. Lawson bunu bekliyor mudur bilmem ama bilinçli ya da bilinçdışı kurduğu tezgâh işe yaramıştır. Kitap, valizi açtığında en üst sırada gözümüze hemen ilişmişti çünkü. Yazarı Carson McCullers olan The Heart İs Lonely Hunter adlı bu kitap bir başyapıt mıdır, okumadığım için bilemiyorum bunu ama filmin baş kahramanlarından biri olmayı hak etmiştir. Mücadele etmektense kaçmayı kendine huy edinmiş Pursy’yi geri getirmeyi başarmıştır çünkü.

“Sen zaten hep zayıf biri oldun, gümüş kaşıkla bile boğuldun.”

Zor olanı başarmıştır Pursy ama zor olan bundan ibaret değildir. Gözleri sadece geçmişi ve Lorraine’i hatırladığında dolan, kendini bile şimdisinin ve geleceğinin içinde barındırmak istemeyen bir adam Pursy’nin ayakları altında dolaşmasına ne kadar izin verecektir bilemiyoruz? Bu tür karakterler, sırlarını çözebilecek türden insanlarla karşılaştıklarında rahatsız olurlar çünkü. Seyircilerin kuliste dolaşmasını, onları makyajsız, kostümsüz ve maskesiz görmelerini istemezler. Pursy ilk karşılaşmada görmüştür çünkü her ikisinin de ne olduğunu. Lawson değilse de Bobby korkmuştur kendini her an her dakika bu parlak aynada görmekten. Hemen paramparça etmeye kalkışması da bu yüzdendir Pursy’i. Oysa bir katalizör görevi görecektir Pursy. Aydınlanma anları yaşatacaktır her ikisine de. İzin verirse Bobby’i geçmişiyle barıştıracaktır. Bobby’nin, “Sen zaten hep zayıf biri oldun, gümüş kaşıkla bile boğuldun,” dediği Lawson’ı güçlendirip geleceği için umut yeşertmesine sebep olacaktır. Bunları yapabilmek içinse bir kadın olarak gerekli donanıma -bir çift gören göze- doğuştan sahiptir zaten. Biri zayıf biri güçlü, biri merhametli biri insanfsız, iki alkolik adam arasında gidip geldikçe, annesine küskün bir çocuğun pek ala yetişkin taraflarının da olabileceğini gösterecektir bize.

“Büyümek dururken neden toprağın altında bekliyoruz?”

Yumuşak başlı ve yumuşak kalpli olduğu için önce Lawson’la iletişim kuracaktır Pursy. Lawson Pursy’in annesine kızıp yarım bıraktığı eğitim hayatına geri dönmesini sağlayacaktır. O da Lawson’un içki içmekten bir türlü yazıp bitiremediği Bobby’nin biyografik romanı için içkiyi bırakmasına ön ayak olacaktır. Bobby ile iletişim kurabilmesi içinse Pursy’nin onun kırıcı ve itici dilinden konuşup onunla sık sık çarpışması gerekecektir. Bobby’nin kırmayı başaramadığı bu sapasağlam aynada kendisini görünceye kadar sürecektir bu çarpışmalar. Gördükçe Lawson’ı, Pursey’i ve bizi şaşırtacak tutum ve davranışlar sergilemeye başlayacaktır Bobby. Onların haz ve tutkuya gark olmuş çürümelerini usul usul durdurmaya çalışsa da kendini çürüten öfkesini yenmesi kolay olmayacaktır Pursy’nin. Annesi Lorraine’i onun dışında sevmeyen yoktur New Orleans’ta. Erkeklerinse çoğu gizli bir aşk beslemiştir ona. Oysa annesinin en yakın arkadaşlarının birinden adını neden Pursy (Purslane) koyduğunu öğrenmesi bile yetecektir çocukluğunu iyileştirmeye. Ama bu konuda bir türlü büyümeyen Pursy’nin inadını kırmak Bobby’nin de Lawson’a söylediği gibi onların işi değil hayatın işidir ancak.

Ve ancak içi masmavi olan bir evin dışını da maviye boyayacak olan hayattır.

Bobby’nin iki ayağına da aynı çift pabucu ayaklarını sıkmasına rağmen giydirecek olan sadece hayattır.

Lawson’a Paris’te Lafor 61 içirtip kötü şiirler yazdıracak olan sadece ve sadece hayattır.

Pursy gibi kaderimizin etrafında dolanmaktan vazgeçip dosdoğru içine daldığımızda hayat yarım bırakıp kuruttuğumuz yerden yeşertmeye devam edecektir yaşamımızı.

“Görünmeyeni gör, yazacağın şeyi görürsün.”

Bobby’nin yukarıya aldığım sözü gibi bu film de bana -filmde görünmeyen- pek çok şeyi gösterdi. Yazdıklarım kadar, bu yeterince uzayan yazıyı daha da fazla uzatmamak için görüp yazmadığım şeyler de oldu. Demek istediğim şudur ki, filmle ilgili yazdıklarım benim filmle birlikte gördüğüm rüyanın sadece bir kısmı. İzlediğinizde sizin de bunları göreceğinizi asla vaat etmiyorum. Ama mutlaka kendinize, sevdiklerinize ya da hayata dair henüz görmemiş olduğunuz rüyaları –bilinçaltınızı- zarif bir dokunuş edasıyla da olsa gösterecektir size.

Film izlerken benim gibi elinden kağıdı ve kalemi düşürmeyenler için Bobby ve Lawson arasındaki entelektüel atışmaları da buraya bırakıyor ve filmden en az benim aldığım keyfi almanızı diliyorum.

Her filmin herkes için yapılmadığını, bu tür filmlerin benim gibiler için yapıldığını düşünürüm. İzlemek için geç kalmış olsam da A Love Song For Bobby Long da karakterleri, mekânları, müzikleri, görselliği ve hikâyesinin birbirine ve benim tercihlerime olan uyumu ile kült fimlerimden birisi olmayı başardı.

İzlerken bazı sahneler benim gibi sizde de sigara ve alkol alma isteği uyandırabilir -ki filme dair bulunan en büyük kusurlardan biri de bu. İçmek ya da içmemek için buna da hazırlıklı olunmasında fayda var diye düşünüyorum.

“Hayatımızın bir tek sayfasını bile yırtıp atamayız ama bütün kitabı ateşe atabiliriz.” George Sand

”Sadece bir kez ve çok uzun bir zaman için ölürüz.” Moliére

”Yüz yıl yaşayacakmış gibi çalışmalı ve yarın ölecekmiş gibi dua etmelisin.” Benjamin Franklin

‘Büyümek dururken neden toprağın altında bekliyoruz?” Robert Browning

”Asla bir yabancıyla adil dövüşme.” Arthur Miller

”Dost gibi gözüken düşmanım sana sesleniyorum:
Sen, sen cebinde türlü hileleri olan.

Sen oradaki benim ihtişamlı dostum.
En utanç verici sırrıma sinsice baktın ve beni mahvettin!
Tüm kalbimi çekicinin altına koyacak kadar sana güveniyorken.
Yanlışlarını da doğruları kadar sevdiğim kafası şeytani bir bulutla kaplı dostum!
Biz uzun sopalar üzerinde cambazlık yapan iki düşmanız.” Dylan Thomas

”Mutluluk havalanmadan uçabilmemi sağlıyor.” Robert Frost

”Keşfetmeye devam edeceğiz ve tüm keşiflerimizin sonunda başladığımz yere dönecek ve ilk kez bulunduğumuz yeri tanıyor olacağız.” T.S. Eliot

(Son ikisi tek trajik kusuru gördüğü her şeye duyduğu aşk olan Bobby’nin atışmalar dışında söyledikleridir.)

Hülya Bilge GÜLTEKİN

 

Hülya Bilge GÜLTEKİN/kentekrani

Youtube Abone Olmak İçin Tıklayınız

www.kentekrani.com 03 Haziran 2021

Video Editing: Nurullah Kadirioglu

 

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here