‘Ne içindeyim zamanın, Ne de büsbütün dışında…’

0

‘Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında…’

Bir şarkı vardı, sanırım Mirkelam’ın; Geçip giden hı hııı zamanları hım hıımm bir yerlerde bulsaaam!
Zaman…
Hızlıca geçip gittiğinden yakındığımız bir türlü tam olarak tanımlayamadığımız şu kavram. Çoğunlukla hüzünlü duygulara eşlik ediyor galiba.

Şöyle düşünürsek;
Yaşamak için elimizde olan sınırlı bir şeyden bahsediyorum. Bundan önce içinden geçip gittiğimiz, iyisiyle kötüsüyle hafızamızda yer etmiş olan o durumlardan, yaptığımız o hataların eğer geri gelecek olsa yeniden başka bir şekle sokmak isteyeceğimiz o halinden bahsediyorum. Dünya’ya gözümüzü açtığımız o ilk andan başlayan ve sonuna dek sahip olduğumuz en değerli şeyden, bize ayrılan “süreden” bahsediyorum. Üzerine yazılıp çizilen, hayatın merkezine konumlandırdığımız “zaman” kavramı her şeyin önüne geçmiyor mu?
Her şey; Bitkiler, ağaçlar, çiçekler, böcekler bu belirlediğimiz fakat aslında ne geçerken ne de geçip gittikten sonra tam olarak kavrayamadığımız bu olgunun içinde yol almıyor mu?

Aritoteles şöyle düşünüyor; Zaman öncelik ve sonralığa göre hareketin sayısıdır. Bunun yanında zaman süreklidir, böyle olmasa öncesi ve sonrası olamaz. Zaman değişimden bağımsız değildir, değişimin olmadığı bir yerde zamandan söz edemeyiz. İnsan değişimin farkında olmadan zamanında farkında olamaz.

Zaman insanla anlam kazanmıştır, çünkü diğer canlılarda yalnızca “an” vardır. Aristoteles’e göre zaman ancak şimdiki “an” aracılığı ile fark edilir. Hep içinde debelenip durduğumuz şu; Geçmiş, gelecek ve an var ya, bunları zaman kavramının parçaları olarak kabul edersek bu parçaları birbirine bağlayan şimdiki andır. Demem o ki; Zaman olmazsa şimdiki an, şimdiki an olmazsa zaman olanaksızdır. Şimdiki an geçmişin sınırı, geleceğin başlangıcıdır. Geçmiş ve gelecek anlardan oluşuyorsa, zaman an aracılığıyla fark edilir. Bir ard ardalıktan, devam edegelen, tecrübe edilen farkındalıktan bahsediyorum.

Filozof ve tanrıbilimci Aziz Augustinus dinin etkisinde; Tanrı evreni yoktan yaratmıştır, zamanı da diyor. Ve ekliyor; Geçmiş zaman geçmiş olduğu için, gelecek zaman da henüz gelmediğine göre nasıl vardır diyebiliriz? Nerededir onlar? Her neredeyseler geçmiş ya da gelecekte “şimdiki zaman” olarak vardırlar. Öyleyse gerçekte var olan sadece şimdiki “an”dır. Augustinus “geçmişte”, “gelecekte” oldukları yerde “şimdiki zaman” olarak vardırlar diyor.


Galiba zamanın kanıtı değişim!
Beni bunlara anlatmaya iten asıl sebep ise bambaşka bir yerden geliyor. Fransız yazar Marcel Proust yukarıda biraz bahsetmeye çalıştığım zaman kavramıyla ilgili olarak şöyle bir şeyi düşündürüyor; İyi ya da kötü, yaşadığımız herhangi bir şeyi, aslında gerçekten o an mı yaşıyoruz yoksa üstünden bir süre geçip gittikten, düşünmeye ve durum her neyse onunla ilgili duyguları yaşamaya başladığımızda mı gerçekten o anı yaşıyoruz?

Düşünelim;
Bir yakınımızı kaybettiğimizde o ilk an mı? Yoksa, üzerinden zaman geçip gidince mi? Yani onun yokluğunu, birlikte yaptığımız şeyleri, konuşmalarımızı, anılarımızı düşündükçe ve yokluğunu fark ettikçe mi kaybımızın bilincine varıyoruz? İkincisi ağır basıyor sanki, ne dersiniz? Bu durumda yaşanan şeyle ilgili gerçek an hangisi oluyor?
Aristoteles’in öne sürdüğü gibi geçmişi ve geleceği birbirine bağlayan içinde bulunduğumuz “an” ise, bu durumda kaybımızı, ya da güzel bir anımızı hatırladığımız bu “an” “asıl andır” diyebiliriz.
Erkeklerin şu dönüp dolaşıp anlattığı askerlik anıları, annelerimizin bizim doğumumuzla ilgili anlattıkları, bunlardan geriye kalan o duygular yaşanıp bitmediler, hatırladıkça yeniden yaşanıyorlar ya da başka bir deyişle; Asıl anlattıkça yaşanıyorlar. Geçmişten ya da gelecekten bağımsız olarak hatırlamaya devam ettikçe yaşanıyorlar ve yaşanacaklar.
Zaman ister varlığa ister insana bağlı bir şey olsun, gerçek; İnsan ile ortaya çıktığı ve insanla anlam kazandığıdır!

Romalılar; Ancak seni düşünen son insan öldüğünde gerçekten ölürsün! Diyorlar…
Hangi “anı” düşünüyorsak onu içinde bulunduğumuz ana taşımış olmuyor muyuz? Kaybettiğimiz annemizi ya da babamızı düşünmeye devam ediyor, konuşmalarımızı, gülüşmelerimizi şimdiki ana taşıyorsak geçip giden o “anları” hala yaşıyor ve onları yaşatıyor sayılmaz mıyız? Diğer yandan tüm bu hatırlamalarla onları kaybettiğimiz gerçeğiyle yüzleşmiş olmuyor muyuz?

Aristoteles zaman içinde bulunduğumuz andır diyor, Augustinus bu bahsedilen “an” kavramının geçmişte ve gelecekte şimdiki zaman olarak var olduğunu düşünüyor. Yani aslında her yol Roma’ya çıkıyor; Elimizde sadece “an” var.
Meditasyon yaparak, Tibetli rahiplere gıptayla bakarak, namaz kılarak, tespih çekerek kendimizi dinginleştirip “ana” dönmeye çalışıyoruz ya haklıyız. Çünkü bize ayrılan sürenin tek gerçek bölümü tam da şu “an”!
Fakat daha önce içinden geçip gittiğimiz o “anı” bazı değişimler yaşamadan tam algılayamadığımızdan acaba Marcel Proust’un düşündüğü gibi sonradan mı idrak ediyoruz? Ve idrak ettiğimizde daha gerçek bir hal mi alıyor?
Tam da burada hayatımızın ironisiyle karşı karşıya geliyoruz. Günümüz insanının en çok ıskaldığı şey “şimdiki an”!
Bu durumda şimdiki anlarımızı ileride idrak edeceğiz demek ki, o sırada başka anların içinde olduğumuzdan, bu başka anları da daha sonra iyice idrak edeceğiz bu böyle devam edecek. Hayat kaçacak biz kovalayacağız galiba. Bunun için bir formül öneremeyeceğim. Aristoteles yaşasaydı ne derdi bilemedim.


Mirkelam’ın şarkısına dönecek olursam, radyoda ve televizyonda döndüğü o zamanları düşünüyorum da aklımda kalan harika “anlarım” var keşke daha çok farkında olsaydım güzelliklerini. Anlarımızı içindeyken idrak edebilmemiz dileğiyle o halde.

Şimdi tam da buraya Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bir şiirini bırakıyorum, anlatmaya çalıştığım şeyleri sükûnetle, sanatçı duyarlılığıyla ne güzel dile getirmiş.
Bu şiiri okuyarak şairi de içinde bulunduğumuz bu ana taşımış olalım…


Şairler ölmez!

NE İÇİNDEYİM ZAMANIN

Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare, geniş bir anın
Parçalanmaz akışında.

Bir garip rüya rengiyle
Uyuşmuş gibi her şekil,
Rüzgarda uçan tüy bile
Benim kadar hafif değil.

Başım sükutu öğüten
Uçsuz bucaksız değirmen;
İçim muradına ermiş
Abasız, postsuz bir derviş.

Kökü bende bir sarmaşık
Olmuş dünya sezmekteyim,
Mavi, masmavi bir ışık
Ortasında yüzmekteyim.

Hüma SEVİM

humasevim02@gmail.com

HümaSEVİM/kentekrani

Youtube Abone Olmak İçin Tıklayınız

www.kentekrani.com 15 Mayıs 2021

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here