Bir Başkaydı Eski Zaman Katilleri

0

Bir Başkaydı Eski Zaman Katilleri

İstanbul’un Zeyrek semtinden yukarı çıktığınızda önce Haydar sonra da Çırçır mahallesine gelirsiniz.

60’lı yıllarda, aralara sıkışmış ahşap konakları, iki katlı evleri, tarihi çeşmeleri ve ansızın karşınıza çıkan tarihi sur kalıntılarıyla (ki bu Zeyrek – Çırçır arasındaki kalıntıların Bizans’ın bugün bildiğimiz son surlarından bir evvelki kent surlarının kalıntısı olduğu rivayet edilir) Çırçır benim çocukluğumun “bizim mahallesi”dir.

Çırçır’ın kadim bir amatör spor kulübü de vardır: 1949 yılında kurulan ve 50’li yıllarda sporcuları üniversite veya lise mezunu olduğu için İstanbul’un en tahsilli spor kulübü olarak anılan, turuncu – siyah renkleriyle Çırçır Spor Kulübü…

İlk dönemlerinde babamın da yöneticiliğini yaptığı kulübün futbol takımının yanı sıra basketbol takımı da vardı. Üstelik o takım mili basketbolcular da yetiştirmişti.

Babamın yönetici olduğu dönemin futbolculardan biri de Türk sinemasının duayen görüntü yönetmenlerinden Aytekin Çakmakçı olmuş.

Değerli dostum Aytekin anlattı: Küçük bir çocukken kendi ağabeyi ve mahallenin ağabeylerinden biriyle ilk kez bir maça; Fenerbahçe’nin maçına gitmiş. Mahallenin o ağabeyinin kucağında maçı seyretmiş. Bizim mahallenin o ağabeyinin ismi de “Uçurtmayı Vurmasınlar”, “Piyano Piyano Bacaksız” gibi Türk sinemasının pek çok önemli filmine imza atmış olan Tunç Başaran imiş.

O zamanlar biraz aşağıda Haydar’da oturan bir başka genç mahallelinin ismi ise Kemal Sunal…

Mahir Amca ise babamın yakın arkadaşıydı. Yolu Çırçır’dan geçen, Türk sinemasının ilk jönlerinden, 40’dan fazla filme başrol oynayan Mahir Özerdem…

Ama benim sinemaya aşkım Çırçır’daki Akşemsettin İlkokulu’nun koridorlarında doğdu.

Cuma günü okulun kapısına bir filmin afişi asılır. Cumartesi günü sınıftaki sıralar okulun uzun koridoruna dizilir.  Bizler de öğlende okulun yolunu tutardık film izlemek için.

Giriş 1 lira… Okul Aile Birliği’ne gelir yazılmak üzere…

Bazı arkadaşlarımız kapıya gelir, sonra huysuzluk ederdi, “Ben seyretmeyeceğim!”

Çaktırmadan fazladan 25 kuruşları birleştirir, “Hadi ulan, mızıkçılık etme. Biz ısmarlıyoruz işte!” der girerdik okula beraber. Eğer kapıda son kalan biri olmuşsa da okul aile birliği başkanı “Oğlum ne dikiliyorsun orada. Film başlayacak. Seni mi bekleyeceğiz, gir içeri!” diye sertçe serzenişte bulunur. Para filan sormadan tutar alırdı çocuğu içeri. Anlayacağınız o zaman da yoksulluk vardı yine.

Koridorun sonundaki duvarda Ayhan Işık, Belgin Doruk, Türkan Şoray ve diğerleri…  Siyah beyaz.

Öpüşme sahnesi olunca perde kararır. Sonra makinistin objektifi kapatan ellerinin parmakları açılır, parmak arası görüntüde eğer öpüşme sahnesi bitmişse perde aydınlığına devam eder, kızlar kıs kıs gülüşürdü.

İçlenirdik o zengin kız fakir erkek hikâyelerine; o hazin melodramlara… İçimiz sızlardı, gözlerimiz dolardı.

Biz erkekler hep arka sıralara geçerdik, kızlar gözyaşlarımızı görmesin diye.

Romantik, platonik dönemlerdi o zamanlar. Bir kız seversin, söyleyemezsin. Mahallenin kızına yan gözle bakamazsın, utanırsın.  Kız başkasını sever, “yeter ki o mutlu olsun,” dersin. Gözyaşlarını içine akıtırsın.

“Ya benim olacaksın ya da kara toprağın” züppelikleri bilinmezdi o zamanlar. Hele kadına kıza; eşine sevgiline el kaldırmak, şiddet uygulamak “erkek müsveddelerinin” işi sayılırdı. Eski İstanbul’da, Çırçır’da “mahalle baskısı” böyle hayat bulurdu.

Olmazdı ama velev ki böyle bir durum vukuu bulsun. O kişi adam yerine konmaz, araya mesafe konur, selam alıp verme işi bile rafa kalkardı. Yalnızca mahallenin ağabeyleri o kişiyi kenara çekip, azarı bol bir nasihatte bulunur. Ağır ağabeyleri ise bir köşede kıstırıp, okkalı iki Osmanlı şamarı çakarlardı ki, ritüel tamamına ersin.

Siyah beyaz melodramların, o masalların sevilmesi, içten içe o mahalle değerlerini barındırıyor olmasından kaynaklanıyordu… “Ah güzel İstanbul!”

Çırçır’ın kalbi, Akşemsettin İlkokulu’nu, sonra da Çırçır Spor Kulübü’nü 100 metre geçtikten sonra üç yol ağzında atardı. Solda Köfteci Ahmet Ağabey’in kahvesi, sağda Kardeşler Bakkaliyesi, karşıda ise Halit Amca’nın ihtiyarlar kahvesi.

Bakkaliye sahipleri mütedeyyin insanlardı. Evden listeyi alır, alışverişi oradan yapardık. Onlar deftere yazarlar ve bizde karşılaştırmak için ikinci bir defter bulunmazdı. Aybaşı ödeme için babamla giderdik. Ya hesabı toplayıp rakamı söylerler, ya da sen bu ay şu kadar öde ağabey derlerdi. Yani hesap fazla… Babamın maaşını bilirler, zorlayacak rakamı asla söylemezler, bakiyeyi öteki aya devrederlerdi, hiç rakam konuşmadan.

Halit Amca’nın kahvesine haftada en az bir kere uğranırdı. Ahşap kahvenin duvarlarda eski resimler; ocakta ıhlamur, tarçın ve bitki çayları… Mesele bir şey içmek değil, hatır sormak, hatır almak…

Köfteci Ahmet Amca’nın kahvesi babamların mekânıydı. Önünde bir kömür ızgarası, dünyanın en lezzetli köfteleri orada… Tanesi 25 kuruş.

Babamlar hafta sonları biraz köfte ya da leblebi eşliğinde rakı da içerlerdi kahvede… Çay bardaklarında, sek… Rakı şişesi masanın altına konurdu. Saklamak gizlemek için değil, karşıdaki dindar bakkal kardeşlere saygıdan. Ama leblebi de oradan alınırdı!

Mahallenin kamburu bizi sırtına alır gezdirir, çok erken ve düzgün Türkçe konuşmaya başladığım için önüne gelen bana zorla küfür ettirirdi: “Eşşoğlu eşşek!”

İstanbul’un kahkahası, neşesi bol günleriydi Çırçır’da.

Herkesin bir de lakabı vardı mahallede. Dünyanın en muzip, en esprili adamıydı, taksi şöförü “Piç Orhan Ağabey”. At arabacısı “Kaçakçı Şakir”, Kilis’ten eşya ve çay getirir ve satardı. “Paşazade”, “Arap” ve diğerleri… Babama Ağabey derdi herkes ama akranı ve yakın arkadaşları da “Ulan Çingene”yi yapıştırırdı bazen, ailenin kökleri Trakya olunca. Ve bu lakaplara kimse hiç mi hiç alınmazdı.

Bir de “Katil Rıza” vardı.

İşte benim tek korktuğum adam!

Köfteci Ahmet Amca’nın kahvehanesinin yanında, manav “Katil Rıza”…

Dev gibi bir adamdı. Sert bakışları, pala bıyıkları olan biriydi. Arnavut’tu. Davudi bir sesi vardı. Meyveleri sebzeleri enleyen müşterileri o davudi sesiyle azarlar, bağırır çağırır, yeri göğü inletirdi. Üstelik katil!

Kimi öldürmüştü acaba?

Kaç kişiyi öldürmüştü?

Öldürdüğü kadın mıydı erkek miydi?

Niçin öldürmüştü?

Birgün çaktırmadan babamın güvendiğim bir arkadaşına sordum sessizce.

“Ağabey, bu Katil Rıza gerçekten katil mi?”

“Evet”

“Abi kaç kişiyi öldürmüş, Niçin öldürmüş”

“Çok be evladım”

“Yapma ya!”

“Bak yine öldürüyor! Katil işte!”

“Kimi öldürüyor Ağabey?”

“Sinekleri be oğlum… Sinekleri!”

Baktım. Katil Rıza, gözleri dönmüş, elinde püsküllü bir süpürge, meyvelere sebzelere konan sineklere vuruyor da vuruyor!

Böyleydi işte Çırçır, bizim mahalle…

Katili de bugünkü gibi kadınların kızların katili değil, sineklerin katiliydi.

Ne diyeyim? Keşke bugün de görebilseydiniz bu filmi, yaşayabilseydiniz içinde… Siyah beyaz.

Giray KARANLIK/Gazeteci

 

GirayKARANLIK/kentekrani

Youtube Abone Olmak İçin Tıklayınız

www.kentekrani.com 26 Ekim 2020

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here