İsrail’in İran’a saldırıları başladıktan ve bu saldırılar füzelerle karşılık gördükten sonra iki ülkenin karizmaları da ciddi biçimde çizildi.
İran’lı genelkurmay başkanları, kuvvet ve devrim muhafızları komutanları , istihbaratçılar, nükleer fizikçiler, evleriyle birlikte yok edildikten sonra, bu ülkenin dehşetli bir güvenlik zaafı olduğu anlaşıldı.
İsrail ise, çok övündüğü demir kubbesinin delik deşik olduğunu gördü; başkenti Tel Aviv’de düşman füzeleriyle harabeye dönen içlerinde Mossad merkezinin de bulunduğu binalarla tanıştı !
Tahran’dan kent dışına kaçmak isteyen onbinlerce kişinin oluşturduğu araç kuyrukları yolları tıkarken, ülkenin pek çok kentinde insanlar ölüm korkusu içinde yaşar hale geldiler.
Tel Aviv de,Hayfa’da ve başka yerleşim birimlerinde İsrail yurttaşları da uzun süredir ilk kez sığınaklara mahkum olarak yaşamak zorunda kaldılar.
Söylenenler göre, ülkeden ayrılmaları da yasakmış!
Kendi ülkelerinin ölüm makinası savaş uçaklarının, harabeye dönmüş, varsa bile sığınakları da yok edilmiş Gazze’deki bütün zamanların en masumu olan çocuklara nasıl ölüm saçtığı akıllarına geliyor mudur, bilinmez.
Ancak, karizmaların karşılıklı olarak çizildiği ve bizzat kendi yurttaşları nezdinde kolay kolay yeniden oluşturulamayacağı kesin!
Savaş, iki düşman ülke arasında bu çizgide sürerken, okyanus ötesinden bunca ölüm, kan ve ateş olmasa eğlenceli bile sayılabilecek bir figür, ABD başkanı Trump, adeta ne yapacağını bilemez halde konuşup duruyor.
Bir söylediğinin iki dakika sonra tersini söylüyor, bir “güvercin” oluyor, bir “şahin”!
Herhalde söyledikleri Amerikan gizli servislerinin ve İsrail’in hiç hoşuna gitmiyordur!
“Biz Hamaney’in tam olarak nerede saklandığını biliyoruz” diyor örneğin, “ama merak etmeyin kendisi güvende, şimdilik bir şey yapmayacağız!”
Bir şey yapmayacaklarını söylerken, savaşa fiziksel olarak girmiş bir ülkenin lideriymiş gibi konuşuyor.
Tabii, Hamaney’in kendi tespit ettikleri yerde sabit kalacağını sanması da çabası!
İsrail, her halde, Amerikalıların öğrendiği o yeri kendilerine söylese “işi bitireceklerini” düşünüyordur.
Trump, Beyaz Saray’da düzenlediği güvenlik toplantılarından da -şimdilik- bir şey elde edememiş ya da derdini anlatamamış gibi görünüyor.
Bir yandan “ateşkes değil zafer” istediklerini söylerken hemen ardından İran ile İsrail’in görüşeceklerini açıklayıp “ateşkes arabulucusu” rolüne soyunuyor.
Amerikan kamuoyunda ise ülkenin askerlerini dünyanın öbür ucunda “bir savaşa daha” göndermemesi için sesler yükseliyor.
Okyanusun bu tarafı böyle, öte tarafı öyle derken, birden bire ABD’den Trump’tan habersiz olması düşünülmeyecek bir ses daha çıktı.
Son İran Şahı Muhammed Rıza Pehlevi’nin Veliaht Prensi Rıza, sürgündeki bir lider edasıyla İran’ı yönetmeye talip olduğunu ve her şeyi 100 günde yoluna koyacağını açıkladı.
Dediğine göre asker, polis ve devlet bürokrasisinden kendisine çok sayıda talep geliyordu.
Tabii, bunun için İran’daki molla rejiminin devrilmesi ön koşuldu!
Sonra, anlaşılan, “sürgündeki Veliaht Prens” ülkesine dönecek ve idareye el koyacaktı!
Bu açıklamaları duyunca, aklıma babasının İran halkını nasıl soyduğu ve karşı çıkanlara çektirdikleri aklıma geldi.
* * *
İran Şahı olarak 1941’de tahta çıkan Muhammed Rıza Pehlevi, 1953’te yabancı şirketlerin elinde olan İran petrollerini millileştirmeye kalkan başbakan Musaddık’ı darbeyle devirmiş ve kendi yetkilerini adeta sınırsız hale getirmişti.

İlk iki eşinden “hanedanı devam ettirecek” erkek çocuk sahibi olamamış, daha sonra evlendiği “Şahbanu” Farah Diba’dan Veliaht Prens Rıza Pehlevi dünyaya gelmişti.
Muhammet Rıza, saltanatının 26. yılı olan 1967’de kendisini Şehinşah, yani Şahlar Şahı olarak ilan etmişti.
Yetkilerini “bağımsızlık yanlısı demokrat Başbakan” Musaddık’ı ortadan kaldırarak güçlendiren Şah, İran’da kendisine bağlı istihbarat örgütü SAVAK eliyle işkenceci, kanlı bir diktatörlük kurmuştu.
Soğuk savaş yıllarında, Sovyetler Birliğinin güneye inmesini engellemek gerekçesiyle, ABD desteğiyle Türkiye, İran, Pakistan ve İngiltere’nin üye olduğu CENTO paktına katılmış olması, bir yerde Şahın kendi halkına yaptığı zulümlere batı gözünde perde sağlıyordu.
En azından insan haklarını ihlal iddiaları fazla gündeme gelmiyordu.
Şehinşah Muhammet Rıza Pehlevi’nin tam bir sonradan görme zengin edasıyla gerçekleştirdiği en büyük olay, 12-16 Ekim 1971’de ülkesinde düzenlediği, “Pers imparatorluğunun 2500. Kuruluş yılı kutlamaları”ydı.

Bu kutlamalara, 69 ülkeden devlet adamları, kraliyet mensupları ve üst düzey temsilciler katılmışlardı.
Türkiye’yi de dönemin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay temsil etmişti. Eşi Atıfet hanım da bu “tarihi” kutlamalara katılmıştı.
Bu etkinlik için, Ahameniş Pers imparatorluğunun başkenti olan Persepolis kenti adeta yeniden kuruldu.
Kent alanı yılanlar ve böceklerden temizlenip restore edildi, ağaçlandırıldı ve çiçekler dikildi.
Avrupa’dan 50.000 ötücü kuş ithal edildi.
Persepolis’te etkinliklerin ilk günü akşamı düzenlenen resmi protokol yemeği, tam 5,5 saat sürerek kendi alanında kırılamayan bir rekorun sahibi oldu.
Menü’de, öteki lüks yiyeceklerin yanı sıra 50 tane kızartılmış tavus kuşu da sunulmuştu.
Ancak sunumlar bundan ibaret değildi. Yemeğe geçilmeden verilen kokteylde, katılan kadınlara tepsi içinde yüzük, küpe gibi değerli takılar armağan edildiği söyleniyordu.
(Hatta, katılımcı bir yabancı devlet büyüğünün eşinin, tepsiyle kendisine uzatılan takılardan bir tane seçmesi gerekirken, kızı ve gelini için de birer adet aldığı, ancak fazladan verilen iki takının daha sonra “lisanı münasiple” geri istendiği iddia edilmişti!)
Lüks harcamaların havada uçuştuğu bu kutlamaların maliyeti resmen 17 milyon dolar olarak açıklanmıştı.
Ancak genel görüşe göre, harcamalar 200 milyon doları aşmıştı.

Yani, o yıllarda yarısı açlık sınırında olan İran halkı, bu görgüsüzlüklerin parasını da ödemişti.
Şehinşahın saltanatı, 1979’da mollalar öncülüğünde gelişen muhalefetin ülkedeki tüm demokratik güçler tarafından desteklenmesi sonucu yerle bir olmuştu.
Daha sonra ABD’deyken kanser olan Şehinşah’a kadim dostu Amerika, “kusura bakma seni burada tedavi edemeyiz” diyerek sınır dışı etmişti.
Daha sonra gittiği Fas, Bahamalar, Meksika, Panama gibi ülkelerde fazla kalamamış, tedavi için başvurduğu ülkelerin hiç biri, mollalarla aralarını bozmamak için onu kabul etmemişti.
Kısacası, koca dünyada ölecek yer bulamamıştı.
Sonunda Mısır devlet başkanı Enver Sedat kabul etti ve Şehinşah Kahire’de öldü.
Mollalar ise kısa sürede kendilerini destekleyen tüm muhalif unsurları kanlı biçimde tasfiye ettiler.
Şehinşah ile kırk katır cezasını tamamlayan İran halkı, bu kez de 40 satır batağına düşmüş oldu..
Bugün, mollaların devrilmesini umarak yeniden 90 milyonluk ülkeye “çökmeye” çalışan eski veliaht prens,işte böyle bir “şahlar şahının” çocuğudur.
Anlaşıldığı kadarıyla, gerçekten ne yapacağını bilemez haldeki Trump’ın cin fikirliliğinin(!) verdiği hevesle, halkına yapacağı yeni zulümlerin, yeni hırsızlıkların peşindedir.

İran’ın kurtuluşu, hem ülkeyi güvende tutmaktan aciz mollaları hem de 47 yıl önce ülkeden kaçmış saltanatı etkisiz kılacak demokratik, şeffaf bir rejimin kuruluşundadır.
Aynı ihtiyaç, çoluk çocuk dinlemeden her yana saldıran bir katil sürüsünün boyunduruğuna girmiş İsrail için de söz konusudur.
Eğer iki ülkenin aklı başında insanları bunu becerebilirlerse, okyanus ötesinde bir öyle bir böyle konuşan adam, tüm tutarsızlıkları, cehaleti, iş bilmezliğiyle baş başa kalacaktır.
Leş kargalığına soyunan yeni şehinşah adayı(!) ise, 40 yıla yakın kalmayı başardığı Amerika’da, -belki- bir mezar yeri bulabilecektir!
Coşkun KARTAL