Sıla Bebeğin Ölümü: İnsanlığı Paramparça Eden Bir Suç
Tekirdağ’da cinsel istismara uğrayan, vücudunda fiziksel şiddet bulgularına rastlanan ve beyin kanaması geçirdiği belirlenen 2 yaşındaki Sıla Yeniçeri, bir ay hastanede kaldıktan sonra hayatını kaybetti. Bebeğin annesi, üvey babası ile 13 ve 14 yaşındaki 2 komşusu istismar suçundan tutuklandı.
Sıla bebeğin acımasız ve trajik ölümü, sadece suç tarihine geçecek bir olay değil; varoluşumuzun ahlaki dokusunda derin bir yırtılma yaratan, bizi insanlığımızın sınırlarıyla yüzleşmeye zorlayan bir an.
İki yaşındaki bir bebek – o kadar masum, o kadar savunmasız – insan zulmünün en karanlık derinliklerinin kurbanı olurken medeniyetten, adaletten, merhametten nasıl bahsedebiliriz? Sıla’nın öldürülmesi sadece öfkemizi değil, aynı zamanda en yoğun felsefi düşüncelerimizi de talep ediyor, çünkü bu, insan olmanın ne anlama geldiğini temelinden sarsan bir suç.
Sıla’nın kısa yaşamında, şiddet ve istismarın korkunç gerçekleri karşısında masumiyetin kırılganlığıyla karşılaşıyoruz. Sıla’nın çektiği acılar bizi şu soruyu sormaya zorluyor: Nasıl bir dünya yarattık ki böyle bir vahşet yaşanabiliyor? Bu dehşet karşısında, Hannah Arendt gibi filozofların sözleri zamanın ötesinden yankılanıyor – Arendt “kötülüğün sıradanlığından” ve sıradan insanların düşüncesiz eylemleriyle en iğrenç suçları nasıl mümkün kıldığından bahsetmişti. Ancak Sıla’nın durumunda bu suç sıradan değil; insan ruhundaki bir boşluktan, yaşamın kutsallığının ve masumiyetin tamamen göz ardı edildiği bir canavarlıktan doğmuş gibi görünen, kasıtlı, bilinçli bir zalimliğin dehşet verici bir ifadesi.

Sıla’nın çektiği acı, sadece bireysel bir kötülüğün değil, daha derin bir toplumsal çöküşün sonucu. Bir anne, üvey baba, komşular ve hatta gençler – zayıfları korumakla yükümlü olanlar – şiddetin failleri haline gelmişler. Bu durum bizi, Emmanuel Levinas gibi düşünürlerin sorduğu zor bir soruyla yüzleştiriyor: Savunmasız ve çaresiz bir insanın yüzü şefkat yerine acımasızlıkla karşılaştığında ne olur? Emmanuel Levinas, etiğin temellerinin; ötekinin yüzüyle, yani karşımızdakinin savunmasızlığını tanıma ve ona karşı sorumluluk alma yükümlülüğümüzle başladığını savunur. Ancak, Sıla’nın durumunda, bu sorumluluk acımasızca reddedildi.

Feminist filozof Judith Butler “yası tutulamayan” hayatlardan bahseder – acıları ve ölümleri toplum tarafından görmezden gelinen veya görülmeyen insanlara atıfta bulunur.
Sıla bebeğin ölümü pek çok kişiyi yasa boğdu, ancak onun trajedisi bizi daha geniş bir sorunla yüzleşmeye zorluyor: Aynı derecede savunmasız kaç çocuk benzer kaderlere katlandı? Onunki gibi kaç hayat görünmez kılındı?
Türkiye, son yıllarda artan kadın cinayetleri ve kız çocuklarının öldürülmesi dalgasıyla sarsılıyor. Bu suçlar münferit olaylar değil; kadınlara ve çocuklara yönelik köklü bir kültürel ve sistemik şiddetin, onların hayatlarını vazgeçilebilir, bedenlerini ise sadece bir nesne olarak gören bir şiddetin parçası.
Sıla’ya yönelik şiddet aynı zamanda fiziksel olmaktan öte varoluşsal bir şiddet.
Masumiyet, umut ve gelecek fikrine yönelik bir saldırı. Friedrich Nietzsche insanlığın zalimlik kapasitesinden varoluşun dokusuna işlemiş bir şey olarak söz etmişti ama o bile bu eylemle doruğa ulaşan kötülüğün derinliklerini kavrayamazdı. Bu, zorunluluktan ya da hayatta kalma dürtüsünden doğan bir şiddet değil; bu anlamsız bir eylem, insanlığa olan inancımızı sorgulatacak kadar derin bir kötülük patlaması.

O halde böylesine büyük bir kötülük karşısında ne yapmalıyız? Kendimizi bu suçun dayanılmaz ağırlığından korumak için yüz çevirme dürtüsüne direnmeliyiz. Yahudi soykırımından sağ kurtulan filozof Jean Améry, acının geri döndürülemezliğinden, bir kez yaşandıktan sonra hiçbir adalet ya da telafi eyleminin onu geri alamayacağından bahseder. Sıla’nın ölümünde yüzleşmemiz gereken korkunç gerçek budur: hiçbir
tutuklama, hiçbir ceza, hiçbir adalet onun hayatını geri getiremez ya da çektiği acıyı geri alamaz. Geriye kalan, onun ölümünün boşuna olmamasını, aramızdaki en savunmasız kişilere bakışımızda ve onlara davranışımızda köklü bir dönüşüme yol açmasını sağlama sorumluluğumuzdur.
Bu suç, toplumun ruhunu derinden yaralayan bir yaradır ve kolektif olarak harekete geçmediğimiz sürece iyileşmeyecektir. Sadece bu tür şiddetin faillerine değil, aynı zamanda bu tür kötülüklerin kök salmasına izin veren koşullara da – ister kültürel normlar, ister ekonomik eşitsizlikler, ister kurumlarımızdaki başarısızlıklar olsun – meydan okumalıyız. Filozof Gilles Deleuze’ün dediği gibi, “uçuş hatlarına”
ihtiyacımız var – şiddet kalıplarını bozan ve dönüşüm için olasılıklar açan yeni düşünme, hareket etme ve var olma biçimlerine…
Sıla’yı geri getiremeyiz. Ancak onun adının asla unutulmamasını, ölümünün çok ihtiyaç duyduğumuz ahlaki uyanışın bir sembolü haline gelmesini sağlayabiliriz. Çünkü insanlığımızın geleceği bu en iğrenç suça nasıl karşılık vereceğimize bağlıdır.
Derya ULUSOY