Günler ve geceler boyunca bir baba, hasta çocuğunun başucunda nöbet tutar. Çocuk hastalığa yenik düşüp öldüğünde, baba yorgunluktan tükenmiş hâle gelir ve sonunda uykuya dalar. Rüyasında oğlunu canlı görür; çocuk ona, “Baba, yanıyorum, görmüyor musun?” diye seslenir. Baba irkilerek uyanır ve ölmüş oğlunun kolunun, devrilmiş bir mumun alevi içinde yandığını fark eder.

Bu karanlık rüya, psikanaliz tarihinde incelenen vakalardan biri. İlk olarak psikanalizin kurucusu Sigmund Freud, Rüyaların Yorumu adlı eserinde bu rüyayı bir örnek vaka olarak aktarır. Freud, rüyanın kendisine bir hastası tarafından anlatıldığını, hastanın ise bunu rüyalar üzerine katıldığı bir konferansta duyduğunu söyler. Olayın yaşanıp yaşanmadığı kesin olmasa da asıl önemli olan, bu rüyanın nasıl yorumlandığı ve bugün bile bizlerle nasıl konuştuğu…

Freud: Rüya, Gerçekliği Erteleme Aracıdır
Freud’a göre rüyalar, insanın acı verici veya tehdit edici gerçeklerle anında yüzleşmesini engelleyen bir savunma mekanizmasıdır. Zihin, katlanılmaz olayları doğrudan kabullenmektense onları rüyalar aracılığıyla sembolize ederek daha tolere edilebilir bir forma sokar.
Bu hikâyede baba, duman kokusunu hissetse de bilinci tehlikeyi hemen algılamaz. Beyni, gerçeği olduğu gibi kabul etmek yerine, bu tehdidi bir rüya senaryosuna dönüştürür: Rüyasında oğlu canlanır ve “Yanıyorum!” diye haykırır. Bu, zihnin acıyı direkt olarak yaşamaktan kaçınarak sembolik bir dille ifade etme çabasıdır.
Ancak rüya kalıcı bir çözüm değildir. Sonunda baba uyanır ve kaçındığı gerçekle yüzleşmek zorunda kalır: Oğlu artık yoktur ve onun sesini bir daha asla duyamayacaktır.

Lacan: Rüya, Suçluluğun Aynasıdır
Jacques Lacan, Freud sonrası psikanalizin en etkili isimlerinden biri olarak, rüyaları yalnızca dış uyaranlarla değil, bilinçaltındaki suçluluk ve vicdan hesaplaşmalarıyla ilişkilendirir. Ona göre, babayı uyandıran şey odadaki duman veya ateş değil, bastırdığı suçluluğun rüya aracılığıyla yüzeye çıkmasıdır.
Baba, dumanı rüyasına entegre ederek bir süre daha uyumayı sürdürür. Ancak oğlunun “Baba, görmüyor musun, yanıyorum!” çığlığı, hem bir yardım çağrısı hem de bir suçlamadır. Çocuğunu koruyamamanın ezici vicdan azabını rüyada yeniden deneyimleyen babanın hissettiği çaresizlik, gerçek yangından daha yıkıcıdır. Bu travmatik yüzleşmeden kaçınmak için uyanır. Ancak uyanışı, kendisini suçluluk duygusundan kurtaracak bir kaçış olarak yaşar.

Žižek: Sahte Uyanışlar Çağı
Sloven düşünür Slavoj Žižek ise, Lacan’ın rüya yorumunu günümüz toplumuna uyarlayarak, modern insanlığın gerçeklikten kaçışını eleştirir. Ona göre, tıpkı rüyasında oğlunun “yanıyorum” çığlığını duyan baba gibi, insanlık da iklim krizi, savaşlar ve adaletsizliklerin sesini işitir—ama gerçek bir uyanışı reddeder.
Çoğu insan, krizlere tepki veriyor gibi görünür: Sosyal medya paylaşımlarıyla duyarlılık gösterir, farkındalık kampanyalarına katılır. Fakat bu eylemler, konfor alanından çıkmadan ve statükoyu sarsmadan gerçekleşir. Tepki göstermek, gerçek eylemin yerini alır; protestolar sistemle hesaplaşmak yerine onunla bütünleşen bir ritüele dönüşür. Sonuçta, görünürde bir hareket vardır ama köklü bir değişim yoktur.

Žižek’e göre bu “sahte uyanış” hali, aslında daha derin bir uykuya dalmanın başka bir biçimidir: —sorunları kabul etmek ama eylemi ertelemek, mücadele ediyor gibi görünüp hiçbir şeyi temelden değiştirmemek.

Sosyal Medya Aktivizmi: Beğen, Paylaş, Rahatla!
Sosyal medyadaki sembolik eylemler, sahte uyanış halinin en tipik örneklerinden biridir. Mesela geçtiğimiz günlerde yaptıkları bir haber nedeniyle Halk TV gazetecilerinin ve yöneticilerinin tutuklanması sonrası #GazetecilikSuçDeğildir gibi hashtag’ler hızla trend oldu. Binlerce kişi, bu sloganları paylaşarak “adalet savunucusu” rolüne büründü. Profil fotoğraflarını değiştirerek sanal bir dayanışma performansı sergiledi. Ne var ki bu eylemler, yargı reformu için sokağa çıkmaya, sansür yasalarına karşı örgütlü mücadeleye veya bağımsız medyaya kaynak aktarımına dönüşmüyor. Dijital protesto viral olsa da gerçek dünyada sonuç üretmiyor—tutuklamalar ve baskı sürüyor.

Žižek’in “kafeinsiz protestocu” dediği bu aktivizm biçimi, tıpkı kafeinsiz kahve gibi gerçek uyandırıcı güçten yoksun. Sistem karşıtı söylemleri tekrarlıyor ama radikal dönüşümü sağlayacak eylemden kaçınıyor. Pseudo-aktivizm yani sahte eylemlilik, eleştiriyi steril bir forma sokarak düzeni sarsmayan bir ritüele dönüştürüyor.
Peki her felaket ve adaletsizlik sonucu görmeye alıştığımız Hashtag’ler neden yetmiyor?
Sembolik öfke, hesap sorma iradesinin yerini alıyor.
“Tepkimi gösterdim, görevim bitti!” rahatlığı, toplumsal sorumluluğu ertelemeyi meşrulaştırıyor.
Dijital protestolar, örgütlü direnişin yerini alarak sistemi dönüştürme şansını yok ediyor.
Sonuç? Hashtag’ler yangınları söndürmüyor, adaletsizlikleri durdurmuyor. Sosyal medyadaki sanal öfke, gerçek dünyada kalıcı iz bırakmıyor. Žižek’in de vurguladığı gibi, bu “kafeinsizleştirme” stratejisi, aktivizmi zararsız bir gösteriye indirgiyor. Oysa gerçek değişim, dijital tepkilerin ötesine geçen somut, risk alan ve örgütlü bir mücadeleyle mümkün. Felaketlerin peşi kesilmiyor çünkü konforlu tepkiler, köklü çözümlerin önünü tıkıyor.

Gerçek Uyanış: Konforlu Yalanları Yakmak
Žižek’in dediği gibi: “Gerçekten uyanmak, konforlu yalanlarımızı yakmaktır”. Gerçek çözüm, geleceği radikal biçimde yeniden düşünmek ve Žižek’in “avenir” kavramıyla ifade ettiği, şimdiki zamandan köklü bir kopuşu temsil eden bir gelecek yaratmakta yatar.
Ancak bu değişim, yalnızca yasal düzenlemelerle değil, en temelde zihniyet düzeyinde gerçekleşmeli. Çünkü denetimsizliğin, kayırmacılığın ve “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” zihniyetinin hüküm sürdüğü bir toplum, sürekli yeni faciaların ve adaletsizliklerin eşiğindedir. Ve bu felaketlerin, adaletsizliklerin mağdurları her zaman “bir başkası” olmaz—bazen sen, bazen ben, bazen de en sevdiklerimiz olur.
Tıpkı rüyasında oğlunun “yanıyorum” çığlığıyla uyanan baba gibi, toplum olarak adaletsizliklerdeki payımızı görmeliyiz. Žižek’in uyarısı nettir: Ya gerçekten uyanırız ya da “uyanık rüya” ile avunup yangının ortasına sürükleniriz.
Acıya Alışmak mı, Uyanmak mı?
Son olarak, Murat Tokcan’ın Karşıyaka Mezarlığı’nda çekilen o dramatik fotoğrafına bakalım—ülkenin son yıllarda yaşadığı trajedilerin, ihmallerin ve adaletsizliklerin adeta bir özeti, acının fotoğrafı… Kartalkaya Otel yangınında iki oğlunu ve iki torununu kaybeden bu baba, yalnızca kendi acısını değil, hepimizin sessizliğini de toprağa veriyor.
Peki bu sessizlik neden? Acıya alıştığımız için mi, yoksa hiçbir şeyin değişmeyeceğine inandığımız için mi?
O kareye bakarken hepimiz bir anlığına Murat Tokcan oluyoruz: Ayakta zor duran, rüyalarında bile yanan çocuklarının sesiyle irkilen, ama gerçeğe uyandığında elinde sadece küller kalan… Ve belki de bizi en çok korkutması gereken şey bu alışma hâli. Albert Camus’nün Veba romanındaki Dr. Rieux’nun uyarısı gibi, insanların acı çekmesine alıştığımız anda, artık insan olmaktan çıkarız.
Peki bu gidişatı tersine çevirmek mümkün mü? Uyanmak için artık çok mu geç?

Belki de bu fotoğraf, son şansımız. Çünkü her ihmal, her kayıp, her adaletsizlik bize acının resmini ve uyanışın aciliyetini çiziyor. Artık gözlerimizi açmalıyız.
Yanıyoruz… Bu yangını söndürmenin tek yolu, rüyalarımızdaki çocukların çığlıklarını duymak ve artık gerçekten uyanmak…
Derya ULUSOY