Ben Eylül, Sen Sonbahar

0

Ben Eylül, Sen Sonbahar

Oldum olası sonbahar sevdalısıydı. Her sene bütün bir ağustos ayını eylülü bekleyerek geçirirdi. Ağustos gecelerinin en büyük hazzı, saatler gece yarısı on ikiyi gösterdiğinde o günün takvim yaprağını koparıp eylüle bir adım daha yaklaşmış halde uykuya dalmaktı.
Gece son yaprağı da koparıp o iyileştirici uykularından birine daha daldı.

Sabah uyandığında heyecanla çarptı kalbi. Fırlayıp yataktan perdeleri açtı. Eylül güneşi, Eros’un ışıktan okları gibi doldu pencereden içeri. Koşup banyoya soğuk suyun altına bıraktı kendini. Bekleyeni varmış da ona yetişecekmiş gibi çabucak yıkandı. Bornozunu giyip bir kez daha siper etti göğsünü eylül ışığına. İçine kadar işlediğine emin olduktan sonra bir gün önceden hazırladığı ekru elbisesini geçirdi üstüne. Uzun saçlarını kuruttuktan sonra aynada dikkatlice baktı kendine.

Boynunun sol yanında bozuk para büyüklüğünde bir doğum lekesi vardı. O da olmasa kusursuz sayacaktı güzelliğini. Çocukken buna her üzüldüğünde, “Üzülme, kocan seni tam da oradan öpecek,” derdi babaannesi. Bir kez daha hatırlayıp onu gülümsedi.
Lekesi iyice örtülsün diye o yanda topladı saçlarını. Siyah bir göz kalemi çekti gözlerine. Dudaklarını birkaç kez dişleyip ruj sürmeden kendi haline bıraktı.

Her sene bir eylülde gittiği, denizi tepeden gören çay bahçesinin yolunu tuttu. Ayırtılmış gibi aynı masa o gün onu bekler olurdu. Yine boştu.

Hemen yanındaki masada kasabanın orta yaşlı müzmin bekârı denize dönük oturmuş çayını yudumluyordu. Geldiğini görünce Fidel Castro modeli ekru şapkasını çıkarıp selamladı kadını. Cep telefonlarından kafalarını kaldırmayan garsonlara seslendi:
“Hanımefendiyle ilgilenin!”

Yalnız bir kadındı. Hoşuna gitti adamın ilgisi. Utancından nereye koyacağını şaşırdığı elleriyle saçlarını düzeltip olabildiğince kıstığı sesiyle teşekkür etti. Onun bu hem memnun hem utangaç halinden cesaret alıp konuşmaya devam etti adam.

“Ağustosun on beşi yaz on beşi kış denir ya hani, eylülün de on beşi yaz on beşi sonbahar. Okullar açılıncaya kadar gitmiyor şu yazlıkçılar. Pazartesiden bir önceki cumaya kadar bekliyorlar.”
Ne diyeceğini bilemedi kadın. Bilse de akrabası olmayan bir adamla uzun uzadıya konuşması hoş karşılanmazdı. Biraz kaş göz işaretiyle biraz da başını sallayarak onunla aynı fikirde olduğunu belli etti.

“Cânım eylülün yarısı yazlıkçı kalabalığına kurban gidiyor. Her mevsimin bir yakışanı var. Öyle değil mi hanımefendiciğim. Eylüle yakışmıyor bu yazlıkçılar.”
“Senin de kasaban amma kıymetliymiş bey amca. Alt tarafı kasaba!”
Aynı anda dönüp aynı yöne baktılar. Arka masalardan birinden gelmişti bu terbiye edilmemiş ses. Yazlıkçı gençlerden biriydi. Kara ve uzun kıllarla kaplı bacaklarını iki yana açarak oturmuş koğuş ağası gibi sallıyordu elindeki tespihi.

“İnle cin bile almış topunu gitmiş. Biz geliyoruz da bir canlılık, bir hareket geliyor kasabanıza. Üstünüzdeki ölü toprağını kaldırıyoruz bey amca. Şükredeceğiniz yerde şikâyet ediyorsunuz.”
“Sen bizi mi dinliyorsun. Çok ayıp!”
“Dinlemiyorum. Duyuyorum. Sadece sizden değil herkesten aynı şeyleri duyuyorum. Yeter artık. Burama geldi. İki kasabalı bir araya geldiniz mi yaptığınız ilk şey yazlıkçılara veryansın etmek.”
“Rahatsızlık veriyorsunuz ki ediyoruz. Şu oturuşunuza bir bakın. Odalarında dahi böyle oturmaz bizim gençlerimiz.”
“Şunun şurasında iki hafta kaldı bey amca. Sıkın dişinizi. Sonra size kalacak mezarlığınız.”
Adam kadının gözlerine baktı. İki su damlasına benzetti onları. Niyet bozduracak kadar berraklar. Birer yudumda içilesi diye düşündü. Sol omzundan dökülen dalgalı saçları bir şelaleyi andırıyordu. Yalnızlığı bile isteye seçmiş bir adamı dahi önlerine katıp istedikleri yöne sürükleyebilirlerdi. Kadının nefes alıp verdikçe inip kalkan iri göğüslerine takılıp kalınca gözleri kızdı kendine. Olabildiğince uzaklara bakıp öyle devam etti konuşmasına.
“Koskoca yazın içine ettikleri gibi eylülü de murdar edip öyle gidecekler.”
“Alt tarafı eylül.”
“Anlayabilecek kadar ince olsaydın alt tarafını da üst tarafını da anlatırdım sana eylülün. Anlatmakla kalmaz sonbaharı bir güzel gösterirdim.”
“Alt tarafı sonbahar. Ölümden önceki hastalık evresi!”

Adamın gece karası gözleri yazlıkçı gence doğru dönüp iki kurşun gibi fırladı yuvalarından.
“Başka bir çay bahçesine gidelim isterseniz hanımefendi. Yazlıkçıların henüz keşfetmediği çok güzel bir yer biliyorum.”
Kadının kasabalı tedirginliğini hissedip fısıldadı.
“Ayrı ayrı gideriz. Ayrı masalara otururuz yine.”
Bu olurdu işte. Bunca yıldır koruduğu itibarını zedelemek istemezdi. Kimseyle bir gönül ilişkisi olmamış dedikodu mahiyetinde bile bir erkekle adı yan yana gelmemişti. Tutmadı gülümsemesini. Kısık sesle cevap verdi:
“Çok iyi olur, gidelim.”

Gözüne girmeye çalıştığı bir kadın tarafından reddedilmemiş olmanın verdiği özgüvenle coştu adam. Salkım söğüdün ince bir tül gibi dalgalanan dalları arasından denize dikip gözlerini konuşmasına devam etti.
“Sessizliğin ne demek olduğunu ne bilsin bunlar. Yağmur sularının birer kayık gibi aheste gezdirdiği kuru yaprakları, önü rengârenk saksılarla dolu bir pencereden izlemeyi ne bilsinler.”
Adamın şiirselliğine kendini kaptırıp hapsettiği sesini bırakıverdi kadın.
“Taşrada pencere tiyatroların, gezintilerin yerini tutar, demiş Flaubert.”

Adamın şaşkınlıkla dolu bakışlarının ona çevrilmesiyle sustu birden. Kasabada Flaubert’den bahseden bir kadına rastlamak başına gelen en olmayacak şeydi. Tüm kasaba kadınlarının dış görünüşleri gibi içlerinin de aynı olduğunu düşünmüştü hep. Hiçbir kadına göz koyamayışı gönül indiremeyişi bu yüzdendi.
“Madam Bovary nihayet konuştu.”
“Ben iki taksi çağırayım da gidelim hanımefendi. Yoksa elimden bir kaza çıkacak.”
“Gece gündüz kitap okuyan sıkıcı bir kız arkadaşım vardı. Okuyup okuyup anlatırdı bana Madam Bovary’i. Kasabanız gibi sıkıcı bir kasaba öyküsü.”

Kadın, adamın korumacılığından aldığı güç ve güvenle yazlıkçı gencin sataşmasını duymazdan gelerek devam etti konuşmasına.
“Öyle güzel anlatıyordunuz ki sonbaharı tutamadım kendimi, böldüm sözünüzü, lütfen devam edin.”
“Alt tarafı sonbahar işte. Yatağa düşer gibi dökülür solan yapraklar.”
“Balıkçı motorlarının gürültüsünü içli bir türkü gibi dinlemeyi ne bilsin bunlar. Denizin sonbahardaki bereketini… Palamudu, sardalyayı, çipurayı… Bolca balık tutan bir balıkçının neşesini; hangi balığı nasıl pişirmen gerektiğini sormadan söylemelerini… Öyle bir söylerler ki hem; denizdeki tüm balıklar pırıltılı birer imgeye dönüşür gözünüzde. Şu cânım sonbahar. balıkçıları bile söz ustası yapar yahu.”
“Canı çekilen yaşlılar gibi kurur ağaçlar.”
“Ölümün bile kendine yakışan bir güzelliği vardır genç adam.”
“Yeşil olan ne varsa toprağa karışmak için can atar.”
“Ama sen yaşamın güzelliğini bile görememişsin ki daha.”
“Amma da uzattınız ha. Alt tarafı can verme mevsimi,”
Başlangıçta gölge gibi sezdirmeden gelip oturmuştu arkalarına. Gidişini göstermek içinse elinden geleni yapmış, masayı gürültü çıkararak itip kakmıştı.
“Ne o? Gidiyor musun?”
“Gitmiyorum bey amca. Kalıyorum. Annem yavaş yavaş eşyaları toplamaya başlamıştı. Benimkileri bırak, ben sonbaharı da burada geçireceğim, diyeceğim. Alt tarafı sonbahar. Üst tarafını da kendi gözlerimle göreceğim.”
“Öyle bir anlattınız ki sonbaharı gitmez tabii,” dedi kadın gülerek.

Kalkıp çay ocağına gitti adam. Cebinden çıkardığı anahtarları garsonlardan birine verip dışarı gönderdi. İki de çay söyleyip masasına döndü.
“Gitmemize gerek kalmadı. Birer çay daha içeriz değil mi hanımefendi. Ama başka bir gün mutlaka gidelim o dediğim yere. Arka cephesi kırlara, önü denize açılıyor.”
“Çok isterim. Gidelim.”
Çok geçmeden elinde Flaubert’in Kasım adlı kitabıyla geldi garson.

“Bu hesapsız karşılaşmanın anısına armağan etmek istiyorum bu kitabı size. Lütfen kabul buyrun,” dedi adam.
“Bir şartla,” dedi kadın. Kitap, sesini kısması gerektiğini unutturmuştu. Çantasından çıkardığı kalemi uzatıp heyecanla konuştu.
“Sonbaharla ilgili birkaç satır yazarsanız ilk sayfasına seve seve kabul ederim.”
Kalemi kadının ellerine dokunmaktan korkarak aldı adam. Yıllardır terbiye ettiği inci gibi yazısıyla şiirlerinden birini yazıp imzaladı.

“sonbaharda başlardı aşk masallarım
bir varmış bir yokmuş bir çokmuş
sonbaharda biterdi
hiç yokmuş”
Boynundaki lekeyi umursamadan saçlarını diğer tarafa savurup adamın gözlerinin içine bakarak bir istekte daha bulundu kadın.
“Lütfen tarih de atın.”

Hülya Bilge GÜLTEKİN

 

Hülya Bilge GÜLTEKİN/kentekrani

Youtube Abone Olmak İçin Tıklayınız

www.kentekrani.com 12 Eylül 2021

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here