“Sekiz cennet yaptın sen âdem içün
Adın büyük bağışla anın suçun
Âdemi cennetten çıkardın niçün
Buğday nene lazım harmancı mısın”
Şathiye tasavvufun en cesur dili, en oyunbaz yüzüdür. Kökeni Arapça “şath,”“Taşmak, köpürmek” anlamına gelir. Tasavvufî bağlamıyla, Sûfînin kendinden geçerek söylediği, ilk bakışta şeriata aykırı gibi görünen ama derin anlamlar taşıyan sözlerdir. Hallâc-ı Mansûr’un “Ene’l-Hakk” sözü buna en belirgin örnek olarak verilebilir. Şathiye, duygu ve düşüncenin alaycı, iğneleyici bir dille ifade edilmesiyle edebî kimlik kazanır. Ama bu alay, hakikati örtmez, aksine alabildiğince açar.

Görünürde dünyevî bir mizah ya da dinsel bir taşlama gibi duran bu şiirler, aslında ilahi hakikati farklı bir üslupla dile getirme amacı taşır. Şathiye türü, dervişlerin ve mutasavvıf şairlerin Tanrı’yla doğrudan, samimi bir ilişki kurduğu bir ifade biçimi olarak görülebilir. Şair, çoğu zaman Tanrı’ya dostane bir dille seslenir, onunla sohbet eder, sitem eder ya da alaycı bir üslupla konuşur. Bu açıdan şathiye, Tanrı korkusuna dayalı bir dinden çok, Tanrı sevgisini ve insanın acizliğini temele yerleştirir.
Şathiye şiirlerinde kullanılan dil çoğu zaman ironik, mizahi ve kışkırtıcıdır.
“Kıldan köprü yaratmışsın
Gelsin kullar geçsin deyu
Hele biz şöyle duralım
Yiğit isen geç a Tanrı”
Şair, dini kalıpları ve toplumsal tabuları yıkarak özgün bir anlatım kurmaya çalışır. Zahirde anlamsız, absürd ya da saygısız görünen sözlerin ardında, tasavvufun özüne ait “vahdet-i vücûd” yani varlık birliği öğretisi gizlidir. Bu öğretide Tanrı, evrende var olan her şeyde tecelli eder. Dolayısıyla şair, kendini Tanrı’yla bir görür, bazen Tanrı’yı insana, bazen de insanı Tanrı’ya benzetir. Bu, zahiri anlamda küfür gibi dursa da, batıni anlamda bir teslimiyet ve birlik düşüncesidir. Biraz da sarhoş bilincin şiiridir. Şarap, meyhane, sevgili gibi dünyevî unsurlar sıkça kullanılır. Ancak bu semboller maddi anlamda değil, mecazî biçimde değerlendirilebilir. Şarap ilahi aşkı, meyhane hakikat meclisini, sevgili ise Tanrı’yı simgeler. Aşkın en radikal hâline ulaşmak gayesi vardır. Sevgiliye sitemle yaklaşmak, onu provoke ederek dikkatini çekmek.

“Cennet Cennet dedikleri birkaç köşkle birkaç huri
İsteyene ver sen anı, bana seni gerek seni”
Burada Yunus, cennetin nimetlerini küçümser gibi görünür, fakat asıl niyeti Tanrı sevgisinin tüm dünyevî ödüllerden üstün olduğunu anlatmaktır. Şathiye türü asıl gelişimini ise 15. yüzyıldan itibaren Bektaşî edebiyatı içinde kazanır. Kaygusuz Abdal, Nesimî, Pir Sultan Abdal, Virânî ve Hubyar Sultan gibi şairler, bu türün en güçlü temsilcileri arasında yer alır. Özellikle Kaygusuz Abdal’ın;
“Bakkal mısın teraziyi neylersin
İşin gücün yoktur gönül eğlersin
Kulun günahını tartıp neylersin
Geçiver suçundan bundan sana ne”
dizeleri, türün özünü en iyi şekilde yansıtır. Yüzeyde Tanrı’yı zahit olarak niteleyen bu sözler, aslında Tanrı’nın gücünün genişliğini yani tüm varlıkların bu gücün etkisiyle var olduğu düşüncesini anlatır.

Şathiye türü sadece tasavvufî bir derinlik taşımaz, aynı zamanda bir tür toplumsal eleştiri vazifesi de yüklenir. Bektaşî dervişleri, dönemin dini otoritelerine ve katı kurallarına karşı bu şiirlerle eleştirel bir tutum takınırlar. Mizahı bir silah gibi kullanarak sahte dindarlığı, ikiyüzlülüğü ve dünyevî çıkarları hicvederler. Bu yönüyle şathiye, hem bir inanç biçiminin hem de bir düşünsel özgürlüğün ifadesine aracılık eder.
Genel itibarıyla şathiye, Türk edebiyatında tasavvufun en özgün anlatım biçimlerinden sayılabilir. Dışarıdan bakıldığında şaka, hiciv, alay veya küfür gibi görünen bu şiirler, aslında Tanrı’yla insan arasındaki samimi bağın, sevginin ve hakikat arayışının en içten yansımalarıdır. Şathiye, mizahın ardına gizlenmiş bir iman, ironinin içine yerleştirilmiş aşka aracılık eden bir türdür. Bu nedenle hem edebî hem felsefî açıdan Türk kültür mirasında bugün dile geldiğinde taşlanacak olsa da özel bir yere sahiptir.
Hatice GÖRGEÇ
















