Son olarak 23 yıldır ana muhalefet partisi görevini sürdüren CHP’nin başı, bir kez daha dertte .
Şimdi de partinin genel merkez, il ve ilçe yönetimleri “sanık” durumunda.
İstanbul il yönetimi, asliye hukuk mahkemesi tarafından görevden alınıp yerine , neden kendisinin seçildiğine dair rahatsızlık belirtisi göstermeyen “eski bir partili” kayyum olarak atandı ve görevine başladığını ilan etti.
Özgür Özel’in Kemal Kılıçdaroğlu’nu “yenerek” seçildiği kurultayda oy kullanan çok sayıda İstanbul il delegesinin delegelikleri de iptal olduğu için, 15 Eylülde görülmesi beklenen duruşmada, genel başkan ve genel merkez yönetimi seçimlerinin iptal olması bekleniyor.
Hatta Kemal Kılıçdaroğlu’nun, genel başkan seçimini kaybettiği partinin başına kayyum olarak geleceği söyleniyor.
Kemal bey, daha önce bir kayyumluk durumu söz konusu olursa bunu reddetmeyeceğinin işaretini vermişti.
Gerekçesi de, partisini asla sahipsiz bırakmayacağı gibi bir şeydi.
Tarihi günler yaşıyoruz.
İleride bu “kıvraklıklar” nasıl anlatılır bilmem; lakin gelişmeler partili-partisiz genel kamuoyu tarafından pek hoş karşılanmıyor.
Kemal bey’in sosyal medyadaki her hareketi , partili- partisiz binlerce kişiden tepki alıyor.
Bir tane bile “iyi yapıyorsun” diyen yok gibi.
İlginç bir döneme tanıklık ediyoruz.
Seçim hukuku, YSK tarafından değil de asliye hukuk mahkemeleri tarafından uygulanmaya başlamış !
Bir partinin kongre kaybetmiş yöneticileri, kayyum olarak geri gelmeyi içlerine sindirdiriyor, mahkeme kararlarını bile parti içi hesaplaşmalarında kullanmaya çalışıyorlar.
Siyaset etiği denilen hadisenin yeniden tanımlanıp, yeniden, parti dışı yöntemler kullanılarak oluşturulmak istendiği bir dönem.
X X X
CHP’nin bir özelliği de, bu tür başının derde girdiği, tamamen kapatılmaya kadar. varan sorunlarla karşılaştığı tarihteki benzer dönemlerde, kendi iç hesap sorucularının da “ hemen harekete geçebilme” yeteneğidir.
Bunların çoğunun, geçmişte haksızlığa uğradığına inandığı, liyakatının parti yönetimi tarafından yeterince değerlendirilmediğini düşündüğü yaşanmışlıkları vardır .
Artık fırsat ele geçmiştir ve zor durumda bulunan parti yönetiminden “yaptıklarının hesabı da” sorulmalıdır !
Bunun için, zamanında sözü dinlenmemiş bilge insan tavırlarıyla harekete geçer, her buldukları platformda, hatta kimi zaman partilerinden nefret ettiği bilinen yandaş kanallarda gözlerinden ateş çıkararak öfke saçmaya başlarlar.
Bu, bir yerde, “hazır düştüler, bir tekme de ben vurayım” psikolojisidir.
X X X
Aslında, çok daha eskilerde, 1950’de tek parti iktidarını kaybettikten sonra uzun yıllar ana muhalefet partisi olan CHP ile iktidarların sorunları bitmek bilmedi.
Zira, özellikle 1980 öncesinde, parlamento’da görev yapan partilerin bazı istisnalar dışında çoğu 1950 öncesinin tek partisi olan Cumhuriyet Halk Partisinden çıkmıştı.
Bu durumda da , kendilerinin doğruyu yaptığını kanıtlamak ve adına hareket ettikleri sınıfsal egemen güçlere yaranmak için en büyük hedefleri , CHP’yi ülke siyasetinde etkisizleştirmek, mümkünse tasfiye edip yollarının açık olmasını sağlamaktı.
Bu konudaki en ciddi girişim 1960 yılında Meclis’te kurulan Tahkikat Komisyonu ile geldi ama amacına ulaşamadan 27 Mayıs oldu.
1961’de yapılan seçimler sonucunda “büyük koalisyon ortağı” olarak iktidara gelen CHP, 1965 seçimlerinde tek başına iktidara gelen “Demokrat Parti’nin devamı” niteliğindeki Adalet Partisi karşısında yeniden ana muhalefete düştü.
Ardından, sıkı bir parti içi hesaplaşma dönemine daha adım atıldı.
CHP’de tarihsel bir kişilik olan genel başkan İsmet İnönü’yü hedef almaya -o günlerde- kimse cesaret edemese de, parti meclisi ve merkez yönetimini ele geçirmek isteyen kadim partililer boş durmuyordu.
Genel Başkan İsmet Paşa’yla , parti çizgisi ve genel merkez yönetiminin kimlerden oluşacağı konusunda ilk anlaşmazlığa düşen Turhan Feyzioğlu olmuştu.
Feyzioğlu, Kurultay’daki hesaplaşma sonrasında yenilince CHP’den ayrılarak Güven Partisini kurdu.
Ancak CHP’de iç hesaplaşmalar dönemi, artık “ideolojik” bir boyut da kazanarak devam ediyordu.
O dönem “ ortanın solundayız” sloganını ortaya atarak siyasi alemi sarsan, hatta soğuk savaşın en azgın yıllarında komünistlikle bile suçlanan İsmet paşa, bir yandan da 68 gençlik hareketlerinin etkisiyle daha solda olmak isteyenlerle mücadele halindeydi.
Bu mücadele, 1972 yılında genel sekreter Bülent Ecevit’in, çevresine topladığı sol eğilimli mülkiyeli öğretim üyelerinin ağırlıklı olduğu ekibin parti kurullarını ele geçirmesine kadar sürdü.
İsmet Paşa CHP genel başkanlığını bıraktı, ardından partiden istifa etti.
İnönü’yü Kurultay’da destekleyen Kemal Satır öncülüğünde bazı milletvekilleri de CHP’den ayrılarak Cumhuriyetçi Parti’yi kurdular.
Daha sonra CHP ‘den kopmuş iki parti birleşerek Cumhuriyetçi Güven Partisini oluşturdular.
Siyasetimiz böylece yeni bir sağ parti kazanmış oldu. (Turhan Feyzioğlu’nun lideri olduğu CGP, 2970’lerde bir sağ oluşum olan Milliyetçi Cephe hükümetinde de yer alacaktı,)
Parlamento’ta temsil edilen ilk sosyalist parti olan TİP, 12 Mart faşist döneminde kapatıldığı için, 1973 seçimine katılamadı.
Bülent Ecevit’in genel başkanlığındaki CHP ise, sol söylemleri ve görünümüyle birinci parti oldu.
Cumhuriyetçi Güven Partisi de az sayıda milletvekili çıkarmasına rağmen Meclise girmişti.
Cumhuriyet Halk Partisi kısa süre önce yaşadığı iki önemli bölünmeye rağmen birinci parti ve daha sonra MSP ile birlikte iktidar olmayı başardı.
Ne demeli, DP kurucularının ayrıldığı dönemi saymazsanız, bu iki büyük bölünme, seçmen bazında CHP’de önemli bir “bütünleşme” yaratmıştı.
Ancak..
12 Eylül öncesinin CHP’sinde hizip-klik olayları bitmek bilmiyordu.
Hizipçilik deyince de, o yıllarda adı hemen akla gelen bir “hizip odağı” vardı!
Deniz Baykal!
CHP 12 Eylül darbecileri tarafından kapatılınca tabanını kapsayan bir hareket haline gelen SHP’de de aynı hizip odağının ismi ön plandaydı.
Yine Deniz Baykal.
Öyle ki, CHP tarihinin Atatürk’ten sonra tartışmasız en karizmatik lideri Bülent Ecevit, Baykal ve çevresindeki hizipçilerle yeniden bir araya gelmemek için partiden ayrılıp yeni parti kurmuştu.
Ecevit’in DSP’si, 1999 seçimlerinden birinci parti çıkıp koalisyonla da olsa iktidara gelmesi, Baykal’ın CHP’sinin ise yüzde 10 barajının altında kalıp tarihte ilk kez Meclise girememesi, belki de sol diye anılan kesimin seçmeninin hizipçiliğe kesin olarak red yanıtı vermesinin göstergesiydi.
Baykal, siyaset yasağı kalktıktan sonra katıldığı SHP’de de boş durmamış, genel başkan Erdal İnönü’yü devirmek için üst üste üç kurultayda genel başkan adayı olmuş, ama kaybetmişti.
Sonradan yeniden açılan CHP’yi hizibiyle ele geçirip istediği gibi yönetmesi sonucu partideki iç çekişmeler görünürde son bulmuş, ancak bu dönemde parti fazla bir ilerleme gösterememişti.
Ta ki, Baykal, bir kaset kumpasıyla genel başkanlıktan çekilmeye zorlanana kadar.
Bunun ardından, CHP, geleneğinde hiç bulunmayan tartışmasız biçimde alel acele Kemal Kılıçdaroğlu’nu, sonradan çok seveceği genel başkanlık koltuğuna oturtmuştu.
Kılıçdaroğlu, 13 yıl boyunca, partiyi ideolojisinden uzaklaştırdığı, sağa kaydırdığı, CHP ruhuna hiç uygun olmayan adaylar gösterdiği, ana muhalefet görevini yeterli ölçüde yerine getiremediği, seçimlerde yapılan haksızlıklar karşısında suskun kaldığı gerekçesiyle sürekli eleştirilmişti.
Ancak, delege yapısını öylesine kendi lehine düzenlemişti ki, bir kurultayda kendisine karşı aday olmak isteyip bunun için yeterli imzayı bulamayan bir partiliye, aday olabilmesi için “ödünç delege” bile vermişti.
Parti içindeki iktidarı konusunda böylesi bir özgüvene sahipti.
Kılıçdaroğlu döneminde de, Baykal zamanında olduğu gibi ,hiziplerin yönetimi rahatsız edeceği önemli bir iç çekişme yoktu denilebilir.
Ancak, aday olarak katıldığı son Cumhurbaşkanı seçimini birkaç puan farkla kaybeden Kılıçdaroğlu, kaygan bir eğik düzlemden aşağı doğru inmeye başlamıştı bile.
Genel Başkanlığı, YSK gözetiminde yapılan ve onaylanan Kurultay’da kaybettikten sonra, köşesine çekileceği yerde “yeniden gelecekmiş “ gibi ofis açması, 19 Mart sürecinden sonra partinin eylemlerine katılmakta soğuk davranması tepkilere neden oldu.
Lakin, kendisi partiye kayyum atanırsa görevi geri çevirmeyeceğini söylemesi, CHP gibi hizipçiliğe alışkın bir partinin tabanına bile ağır geldi.
Türkiye, iki yıl önce cumhurbaşkanlığı seçiminde yüzde 48 oy almış bir adayın itibarının inanılmaz düşüşüne tanık oldu.
Bu durumda, Kılıçdaroğlu’nun kayyumluk yoluyla kaybettiği koltuğu geri alması, kaybı kazancından çok bir “Pirus zaferi” anlamına gelecektir.
CHP ise, bu davalar nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, toplumda karşılığı bulunan, Cumhuriyeti ve ilkelerini “ödünsüz” savunan bir siyasi hareket olduğu sürece bir biçimde yaşamaya devam edecektir.
Coşkun KARTAL

















