BOĞAZİÇİ’Nİ TANIMLAMAK “MUTLULUĞUN RESMİNİ ÇİZMEK” İLE ÖZDEŞTİR (9/2 ) BÖLÜM)

0

BOĞAZİÇİ’Nİ TANIMLAMAK “MUTLULUĞUN RESMİNİ ÇİZMEK” İLE ÖZDEŞTİR (9/ 2) BÖLÜM)

LÜFER’İN TOPLUMSAL ORTAK PAYDASINDA İSTANBULLU 

Nobel Edebiyat Ödülü sahibi, unutulmaz Gazap Üzümleri’nin yazarı Amerikalı  romancı John Steinbeck (2002: 175-176) Balık Üzerine adlı denemesinde, üç ulusun (Amerikalı, İngiliz ve Fransız) balık tutma süreçlerini, davranışlarını, motivasyonlarını, sürecin amaçlarını ve sonuçlarını katılımsız gözlem metodu ile inceler. Steinbeck’in bu incelemesi, balık kültürünün bireysel değil, toplumsal bir öğrenme biçimi olduğunu; sonuçları bakımından ulusal, sosyo-genetik karakter özellikleri taşıdığını gösterir.

Steinbeck’e göre (2002: 176) Amerikalı, balık tutmayı spordan çok doğaya karşı kişisel savaş olarak algılar. Balığa uygun giysiler, pahalı malzemeler, tekne satın alır ya da kiralar, balıkçılık dilini öğrenir, binlerce kilometre yol yapar ve balığa üstünlüğünü gösterir, balıktan daha güçlü ve zeki olduğunu ispatlar.

Amerika’da balıkçılık aynı zamanda politikadır. Hiçbir aday yakaladığı balıkla fotoğraf çektirmeden bir mevki için seçim yarışına girmez. Bu fotoğraf, kişinin mücadeleci, güçlü ve hep kazanan olduğunun balık üzerinden söze gerek kalmadan, görsel ispatıdır.

İngiliz ise, Steinbeck’in gözlemine göre (2002: 177), balıkçılıkla kendine mazur gösterebildiği tüm kaba duyguları açığa çıkarır. İngilizlerin özel mülk tutkusu, dere ve ırmaklarda balık tutma hakkı ve bu hakkın müzakeresi konularında zirveye ulaşır. Mülkünde daha önce kimsenin tutamadığı en yaşlı ve deneyimli balığı muhtemelen de isim vererek özelleştirdiği, genellikle de Yaşlı George dediği alabalığı, üstünkörü bağlanmış yalancı sinek yemli oltasıyla avlar ve yıllarca yerel pub’ta anlatacağı hikâyeyi elde eder. İngiliz için balık kültürü, özel mülkünü de karakter yaptığı bir öykünün kahramanı olmak; bu öyküyü de mülkü gibi ailesine miras bırakmaktır.

Fransız ise statükocu bir balıkçıdır. Balıkçı kımıldamaz ve balıkların da hareketsiz olduğu akla gelir. Herkesin kıyıda kendine ait bir yeri vardır, şemsiyesi, sandalyesi, sardunya saksısı ve basit bambu olta takımı, toplu iğne başı kalınlığında bir olta ucuna takılmış ekmek topağı ile Parisli balık tutmaya hazırdır.

“Duygu yok, rekabet yok, ihtişam yok, ekonomi  yok. Balık ile balıkçı birbirlerine  bulaşmayacaklarına dair karşılıklı söz vermişlerdir. Balıkçı sessizce kendini ve dünyayı gözden geçirir. Kimse onu rahatsız edemez, her türlü baskı ve gerilimden uzaktır” (Steinbeck, 2002: 178).

Fransız için balık kültürü, statükocu yapısını yansıttığı kadar filozofluğunu da ortaya çıkarır. Seine Nehri’nin kıyısında, oltasının ucundaki düşünceleridir.

O anda yapısalcıdır, post yapısalcıdır, modernist ya da post-modernisttir. Jacques Lacan da suyun içinde parlayan sardalya konservesi kutusundan “bakış teorisi”ni (2013) çıkarmıştı. Michel Foucault hiç balığa çıkmamıştı ama “balık mı balıkçı mı iktidardır?” sorusu (2014) belki Fransız balıkçısının zihnini kurcalıyordur. Belki akıp giden suları Jacques Derrida gibi yapısöküme (2011) uğratıyordur ya da Lyotard gibi balığın arzu ekonomisindeki (2012) yerini düşünüyordur.

Jean Baudrillard’ın hipergerçekliğinin (1991) balığı bir ekmek parçasıyla kazara tutarsa, kendisini nasıl sarsacağını irdeliyordur. Gösteren, gösterilen ilişkisi içinde dışarıdan verdiği görüntüyü Roland Barthes’ın (2008) gözünden görmeye çalışıyor, sulardaki aksini belki Jean Paul Sartre gibi bulanık ve bulantılı (1994) buluyordur. Kuvvetle muhtemeldir ki balıktan sonra Saint-Germain Bulvarı’nda ara sokaktaki puro tütünü ve sabun kokan kitapçısına uğrayacaktır. O gün “balık tutma-ma” eylemi içindeyken düşündüklerini ise akşam Montmartre’daki çatı katı dairesinde dostlarıyla paylaşacaktır.

Steinbeck yöntemiyle Türk’ün balık tutma davranışını gözlemlediğimizde hepsinin toplamı diyebiliriz. Biraz mücadele, biraz öykü yaratma, bir doz da filozofluk. Hepsinden çok da lüfer söz konusu olduğunda bir şehir ritüeline katılmak demektir.

Burgazada’nın balıkçı yazarı Sait Faik’in öyküsünde Dülger Balığının Ölümü yaşam mücadelesini (2002), Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur romanında (daha sonra ayrıntılı değineceğiz) lüfer avı çevresinde gelişen aşk öyküsü (2009) ve yine Asaf Muammer’in sandalındaki teneke kütüphanesinde Aristo’nun, Eflatun’un kitaplarını taşıyan, en çok da Boğaziçi’nin gecesinde sularla yıldızları okumayı seven filozof balıkçısının öyküsünde (2015) bu toplamı rahatlıkla görebiliriz.

EDEBİYATÇILARIN LÜFER ANLATILARI

Deniz, gizemi, rüzgârı, fırtınası, ışığı, mehtabı, yakamozu ile çok bilinmeyenli bir dünyadır. Bu dünyanın nimeti olan balık ile hem denizi, hem havayı hem de balığı tanımak gibi çetin bir eğitimden, yaşam deneyiminden geçmek zorunda olan balıkçı sürekli bir mücadele içindedir.

Anlatı kurarken ve öykü yaratırken, formülün temeli olan mücadele ve gizem, balık ve balıkçılık konularını güçlü bir öykü üretim alanı haline getirir. Amerikalı yazarlardan Herman Melville’in dünya edebiyatının klasikleri arasına giren başyapıtı Moby Dick (2006), Nobel Edebiyat Ödülü sahibi bir başka Amerikalı yazar Ernest Hemingway’in İhtiyar Adam ve Deniz (2006) adlı eseri, Massachussetts’in halen Atlantik Okyanusu’ndaki ton balığı avlarında yitirdiği çok sayıda balıkçısının yasını tutan, hüzünlü, melankolik olduğu kadar da romantik balıkçı kasabası Glouster’ı da ünlü yapan Sebastian Junger’in Kusursuz Fırtına (2009) adlı romanı; hepsinin ortak noktası, balığın yaşam mücadelesine bağlanmış balıkçının yaşamıdır.

Her üç öykü de Hollywood’un dikkatinden kaçmamış, filme çekilmiş ve Oscar dâhil pek çok ödülün sahibi olmuşlardır. Bu üç dev esere konu olan balıklar, balina, kılıçbalığı ve ton balığıdır. Ünleri kadar ebatları da büyük olan bu balıkların peşine öyküleri için düşen yazarlarını da şöhrete kavuşturmuşlardır.

Bizim, Artun Ünsal’ın deyimi ile “Boğazın Efendisi” olan lüferimiz 27-30 santim ile neredeyse yarım kilo olmasına ve şimdilik sadece bir belgesele (Gökalp, 2017) konu edilmesine rağmen Boğaziçi  Medeniyeti’ne  kendi adı ile bir dönem armağan etmiş; peşinden padişahları ve gümüş zoka döktüren sadrazamları koşturmuştur. Bu ünün karşısında edebiyatçılarımız da lüfere kayıtsız  kalamamış, özellikle İstanbul’u karakter olarak eserlerine ve edebi yaratıcılıklarına her zaman konu ve konuk olarak alan yazarlar lüfere de romanlarında,  denemelerinde ve öykülerinde yer vermişlerdir.

HUZUR’DA IŞIK OPERASI: LÜFER AVI

Bu edebiyatçılardan biri de Yahya Kemal Beyatlı’nın öğrencisi, İstanbul Edebiyat Fakültesi’nin efsanevi hocası, İstanbul aşığı Ahmet Hamdi Tanpınar’dır.

İstanbul’u dönemi, tarihi, renkleri, ışığı ve tabii ki insanları ile bir empresyonist (izlenimci) ressam gibi kelimeleriyle hayalimizde renklendiren Tanpınar klasik eseri Huzur’da, ada vapurunda başlayan aşkın kahramanları Mümtaz ve Nuran’ın eşliğinde şehri okurlarına gezdirir. Mümtaz en bunaldığı günlerden birinde Beyazıt Sahaflar Çarşısı’nda Karekin Deveciyan’ın Türkiye’de Balık ve Balıkçılık kitabına rastlar (Tanpınar, 2009: 47). Mümtaz lüfer konusundaki teoriyi Deveciyan’dan, uygulamayı da bir Boğaz çocuğu olarak büyüdüğü için usta bir lüferci de olan sevgilisi Nuran’dan öğrenir. Mümtaz’a göre “aşkınlığın ve sanatın sembolü olarak nurla kuşatılmış olan” Nuran, özellikle Boğaz’daki lüfer avı sahnesinde sanat, büyü, kendilik, kendine yeterlilik ve mutlaklık simgesine dönüşür (Parla, 2015).

Mayıs ayında ada vapurunda başlayan, Eylül’e kadar İstanbul semtlerinde süren, Eylül ile birlikte yerini lüfer avına ve Boğaz gecelerine bırakan, Ekim’de gölgelenen, Kasım’da biten ve hüzünlü sürüklenişleri Tanpınar’ın “günün ekmeğinin iki sene paylaşıldığı” diye betimlediği iki yıllık bir aşk hikâyesinin, İstanbul’un mevsimsel değişimleriyle de ritmini bulan ve yitiren anlatısıyla devleşen bir eserdir Huzur.

Bu, İstanbul’un karakter olduğu bir aşk hikâyesinden çok Tanpınar’ın İstanbul aşkının destansı anlatımında, Mümtaz–Nuran ikilisi bu aşkın taşıyıcı  karakterleridir.  Mümtaz’ın “yaşamının incisi” konumuna taşıdığı Nuran’a güçlü hislerle bağlandığını anladığı zaman dilimi, Boğaziçi’ndeki lüfer avı sahnesidir (Tanpınar, 2009: 198-199):

“Eylül sonlarına doğru lüfer avı Boğaz’ı tatmak için yeni bir vesile verdi. Lüfer, Boğaz’ın belki en cazip eğlencesidir. Beylerbeyi’nden ve Kabataş’tan başlayarak Telli Tabya’ya ve Kavaklar’a kadar iki kıyı boyunca uzanan akıntı ağızlarında kümelenen bu aydınlık eğlence, bilhassa mehtapsız gecelerde yer yer küçük şehr-ayinler yapar.

Öteki avların bir nevi iş içinde pişme, uzak seferler istemesine mukabil, o bulunduğunuz yerde, hemen herkesle beraber yapılan oyundur.

Nuran, kayık ışıklarının siyah, mor kadifelerde mahpus elmaslar gibi parıldadığı sulara, biraz ötede bir yeni balıkçı kümesiyle kırılmak üzere onların bittiği yerde başlayan o şeffaf karanlığa, vapur dalgalarından, küçük çalkantılardan, bu aydınlık yüklü gölgelerin bin türlü akisle size doğru yükselişine, sizi alıp götürecekmiş gibi etrafı sarmasına, velhasıl döşemeleri çok cilalı renkli ve ışıklı bir sarayda yalnız akisten, parıltıdan, ışık sarsıntılarından ibaret, onların küçük nağmeden, musiki cümlelerinden büyük ve müstakil varyasyonlara kadar yükselişinden bir dünyada yaşanıyormuş hissini veren bu lüfer gecelerine çocukluğundan beri bayılırdı.

Mümtaz ve Nuran’ın lüfer gecelerine katılmasını sağlayan, Nuran’ın dayısı Tevfik Bey’dir. Kanlıca’daki yalısında, toplumsal olarak Boğaziçi Medeniyeti’nin lüfer devrini ve mehtap sefalarını yaşanmışlıklarına katmış, belleğinde taşıyan Tevfik Bey, bireysel olarak da yüzünü gölgeleyen hüzünde ömrünün hazin tecrübelerini yansıtmaktadır. Yine de çok sevdiği yeğeni ile yıllardır ara verdiği lüfer gecelerine katılmaktan büyük mutluluk duyar. Tanpınar bu mutluluğu, “ihtiyar adamın Boğaz’da lüfer avını sevmesinin, aşkın insan hayatındaki yerini bilmesinin Nuran ile Mümtaz’a büyük yardımı oldu” diye açıklıyor. Kanlıca körfezindeki lüfer avının “ışık operasının” bu üçlüsü; Tevfik Bey, Nuran ve Mümtaz, bazen eski mehtap sefalarını da canlandırıyorlardı: “Nuran balıktan yorulduğu zaman dayısının mırıldandığı şarkı veya besteye iştirak ediyor, Tevfik Bey, yeğeninin kendisine yardıma geldiğini görünce sesini yükseltiyor, lüfer avı musiki sefasına dönüyordu” (Tanpınar, 2009: 202-203).

Mümtaz’ın hayran ve âşık bakışları altında Nuran’ın lüfer avına odaklanmış hali Tanpınar’ın satırlarında (2009: 204-206) şöyle anlatılıyor:

“Asıl mucize Nuran’ın kendisindeydi. Olta elinde, hiç konuşmadan bekleyişinde Mümtaz, çocukların çoğu yapmacık olan ciddiyetlerinin lezzetini bulurdu. Yarı somurtkan, dünya ile alakası sadece elindeki ipte toplanmış bu bekleyiş arasından etrafa ait dikkatleri Mümtaz için daima şaşırtıcı olurdu. Sandaldaki ışıkla aydınlanan kısa hareketleri, küçük çalkantılar içinde suların derinliklerinden doğru, adeta bilinmez âlemlerden biri kendisine yaklaşan ve uzaklaşan çehresi ona her türlü zihni gayretin üstünden kendisine birçok güçlükleri çözen bir büyü tesiri yapardı. O zaman genç adam, biraz evvelki küçük ve nazlı çocuk hayalinin kurduğu havadan çıkar, kendi iç âlem meseleleriyle karşılaşırdı. Oltanın ilk sarsılışında Nuran’ın yüzü keskin bir dikkatle katılaşır, sonra balık meydana çıkınca beğenmek ve beğenmemek telaşı başlardı… Nuran’da her sevdiği şeye çocukça bir atılış vardı. Ve bu atılış, neşe yahut sabırsızlık, Mümtaz’ın en hoşuna giden şeydi. Mümtaz bütün bu zenginliklerin kendi dikkatinden geldiğini bilmiyor değildi. Bazen bu hayranlıklar o dereceyi bulurdu ki Mümtaz saadetini kendi gibi bir faniye çok bulur, delice ihtimallerden korkardı.

Nuran, Mümtaz’ın hayran bakışları altında her an kendisini ve etrafındaki şeyleri yeniden yaratıyor sanabilirdi. Genç kadın, canlı güzelliği ve yaratıcı zekâsıyla günlerin kumaşını ikisi için herkeste olduğundan çok başka türlü dokuyordu. Bazen etraf, iri bir firuze içinde yaşıyorlarmış gibi yalnız sakin parıltı olurdu. Karanlık su, yıldızların uzattığı büyük mücevher salkımlarıyla dolar, kıyıdaki gölgeler, öbür kıyıdaki sandalları kovalar gibi adeta yanı başlarında yürürdü.

Lüfer avında Boğaz’ın kâh yakamozları içinde, kâh mehtabında, hepsinden çok da âşık Mümtaz’ın bakışında Nuran ve Boğaziçi iç içe geçer (2009: 206-207):

Mümtaz ara sıra kendine sorar: Biz birbirimizi mi, Boğaz’ı mı seviyoruz? Bazen çılgınlıklarını ve saadetlerini eski musikinin getirdiği coşkunluğa yorar. ‘Bu eski sihirbazlar bizi ellerinde oynatıyorlar.’ diye düşünürdü. Artık ne İstanbul’u ne Boğaz’ı ne de sevdiği kadını birbirinden ayırmaya imkân bulurdu.

Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaşadığım Gibi’deki denemelerden birinde İstanbul’un özellikle Boğaz’ın bütün bir zevki ve pitoreski olan lüfer avına yeniden döner (Tanpınar, 2000’den akt. Koç, 2004: 229):

“Birden bire denizin bulunduğu bulunması lazım gelen yerde bir ışık kaynaşması oldu. Yüzlerce lamba birden dalgaların hevesine göre inip çıkıyor, adeta dini bir raks yapıyordu. Sanki eski Çırağan eğlencelerinden birindeydik ve yüzlerce beyaz lale, içinden aydınlanmış önümüzden geçiyordu, lüfer avı…

Bir hafta evvel Sarayburnu önünde nebülöz gibi karıncalanmasını gördüğüm ve kendi kendime altın seline karışmadığım için üzüldüğüm lüfer avı. Biz araba vapurunda iken Sarayburnu’na doğru giden kayıklar hakikaten sayılamayacak kadar çoktu.

Vapurun neresinden baksak onların bize doğru küme küme geldiklerini ve limana doğru uzaklaştıklarını görüyorduk. Deniz, biraz uzaklaştıkça sararan bu ışıkla eski şairlerin anlattığı bahar çemenlerine dönmüştü. Havanın güzelliğinden bahsederek akıp giden deniz şehri İstanbul’un şairleri, balıkçılar ve balık amatörleri…

(…) Lüferin İstanbul için bütün bir mevsim olduğunu herkes gibi ben de bilirdim…

Huzur’da lüfer avından bahsetmiştim. Fakat bu kadar muhteşem adeta bayram şeklini hiç görmemiştim. Bilgim, bulunduğum Boğaz köylerinden, Kabataş’ta gördüklerimden ibaretti. Şimdi şu anda olduğu gibi penceremden birkaç yüz metre ilerde yirmi, otuz kadar lüfer kayığı, hafif sisin sararttığı ve suda aksini büyüttüğü ışıklar ile arkalarında Üsküdar ışıkları -çok şükür Üsküdar yerinde- inip çıkıyorlar.

LÜFER BAYRAMI: BİR İSTANBUL OPERASI

Tanpınar yine aynı eserinde bir flanör olarak İstanbul’u gezerken ve şehri tanırken, yaşanılan eksikliklerden birinin de halkın dönem olarak neredeyse takvime işaretli gibi yaşadığı, ancak şehrin rutininin bir cahili olarak kendisinin daha önce fark etmediği Boğaziçi’ndeki lüfer avını yine kelimeleri bir ressamın fırçası gibi kullanarak şöyle anlatır (Tanpınar, 2000: 168-170):

“Pazar günü gördüğüm şey büsbütün başkaydı. Hakikaten biz İstanbul’u çok az tanıyoruz. Hemen hemen edebiyatını hiç yapmamışız. Meğer İstanbullunun takviminde her yıl haberimiz olmayan bir lüfer şehr-ayini, lüfer bayramı varmış. Tıpkı eski Venedik dukalarının bütün bir debdebe ve saltanat içinde her yıl Adriyatik’le evlenmelerine benzeyen, hem de sırasına göre haftalarca süren, sadece halkımızın kendi ikliminin emrine uyarak, çoluk çocuk yaşadığı bir bayram!

LODOSA, SİSE VE LÜFERE DAİR

Gece sisi büsbütün arttı. On bire doğru indiğim Kadıköy iskelesinin bir adım ilerisi karanlığın aşılmaz bir duvarı olmuştu. Yalnız bir noktada Haydarpaşa garının çok uzaklara atılmış ışıkları sudaki akisleri ile beraber bu duvarın üzerinde uzak, çok hayali ve zengin bir binbir gece, bir Şehrazad dekoru aksettiriyordu. Manzara o kadar değişikti ki çoluk çocuk bütün bu iskele kalabalığı gecikmeden, şikâyeti aklına bile getirmeden bu masalı doya doya seyretmeye çalışıyordu. Bir ara İstanbul’dan kalkmış bir vapurun haberi geldi. Fakat ben gene Üsküdar’ı merak etmeye başlamıştım.

İçimde belki son lüfer kayıklarının dönüşünü görürüm ümidi vardı. Nitekim Üsküdar’dan döndüm. Araba vapuru yalnız kendi ışığının düştüğü yerde suyu buluyor ve yol alıyordu. Makinenin sesi, bazen de pervanenin her dönüşünde birkaçı birden doğup parçalanan, köpükten ve elmastan kanları etrafa sıçrayan bu denizkızlarının feryadıydı. Fakat başımızı bu ışıkların düştüğü yerden biraz yukarı kaldırınca boşluk, siyah ve katı, büyük bir yarasa kanadı gibi adeta alnımızı kanatıyordu. Birkaç lüfer kayığı bu boşluktan çok dolu bakışlar gibi bize doğru geldiler ve arkamızda bıraktığımız karanlıkta sararıp kayboldular. Vapurdan çıkarken şehre baktım, büyük ve muhteşem bir sanat eserini henüz bitirmiş gibiydim. İstanbul’un operasını yaşadığımı biliyordum.”

LÜFERİ ÖPEN AZİZ NESİN

 

Mizah ile muhalefet arasındaki diyalektik bağlantıyı en iyi uygulayan bir başka İstanbullu yazarımız Aziz Nesin (2014: 74-81) İstanbul’un Halleri adlı kitabındaki Boğaziçi Hastalığı hikâyesinde, sözde İstanbul’un aşırı yoğunlaşmış balık kültürü içinden lüfere beklenmedik bir sevgi gösterisinde bulunur:

“Pazar sabahı elime rastgele bir kitap aldım. Sait Faik’in bir hikâyesi çıktı. Sinagrit Baba. Sait balıksız, martısız, yosunsuz, denizsiz hikâye mi yazdı? Başka bir kitap çektim. Ruşen Eşref’in Boğaziçi. Niyete bakar gibi bir sayfa açtım: “İki sandalcı, suya oltalarını atmışlar, parmakları birer haber bekler gibi tetikte idi. O sıra biri ötekine dedi ki: “Balık tutmak para tutmak gibidir”. Kitabı bıraktım, gazeteyi aldım. Havadis:

“Boğaz’a balık akını. Dün tutulan balıklardan 10 bin çift palamut denize döküldü.”

Balıkçıların bir ilanı: Vatandaş Balık Ye!

Tam bu sırada mutfaktan bir ses:

“Öğleye Kalkan pişirelim, Kalkan tam mevsiminde.”

Balık lafı duymamak için kendimi dışarı attım. Köşe başında balıkçının sesi: “Derya kuzusu bunlar!” Sokağa saparken balıkçı dükkânından sesleniyorlar: “ Hey babam hey…Babalık, bu balık başka balık…Oynar… Oynar…”

Köprüye geldim ne göreyim. Köprünün Haliç, Boğaz, iki yanı silme balıkçı kayıklarıyla dolu. Denizin yüzü görünmüyor. İskeleye indim, her dubanın üstüne birer adım arayla insanlar çömelmişler, ellerinde olta, balık bekliyorlar. Balık oltaya düştü mü, kulacı açıp kapayıp, oltayı çekmenin bir raconu var. Oltanın iğnesindeki balık, havada küçük, kesik kavisler çize çize çırpınıyor. Güneş ışınları balığın kaygan ıslak sırtında çakıp sönüyor. Canım lüferi insanın serin serin tutup öpesi geliyor.

“VAY LÜFER VAY…VAH LÜFER VAH…”

Ahmet Rasim’in Şehir Mektupları eserinde yer alan Vay Lüfer Vay fıkrası da ‘Edebiyat ve Lüfer’ başlığı altında yer alması gereken klasikleşmiş metinlerden biridir. Metni 1954’te Su Ürünleri Genel Müdürlüğü’nün yayını Balık ve Balıkçılık Dergisi; “Lüfer öyle bir balıktır ki onu yiyen de unutmaz, tutan da. Yazıyı yaşlılarımız hatırlayacaklardır. Gençlerimiz de İstanbul’un balık bakımından kırk senedir aynı İstanbul olduğunu görüp belki hayret edeceklerdir” dipnotu ile yayınlamıştır.

Ahmet Rasim, yazısına İstanbullu kimliği ile lüferi bir araya getiren ünlü cümlesi ile başlar: “Lüfer sözünü duyup da bir parça olsun dönüp bakmayacak İstanbullu farz edemem”. Daha sonra Balık Pazarı’nda balıkçı ile lüfer pazarlığını anlatan yazar, sonunda 30 kuruş vererek, iki buçuk okka balığı pişirilmesi için eve gönderir. Lüferin balık pazarına gelmeden önce balıkçı ile mücadelesini “O kurnaz lüfer etinin ne kadar tatlı olduğunu bildiği için, tutulurken ettiği naz, sonra kurnazlık, avcısını fevkalade hırslandırdığı için insanın onu çiğ çiğ yiyeceği gelir” (Rasim, 1954: 18-21) diye aktarır.

Yazar, Boğaz balıkçılığına düşkünlüğünü de neredeyse bir çırpıda 47 tane yüzey ve dip balığını (tür isimleriyle) ve bu balıkların yakalama türlerini de olta ve ağ çeşitleriyle saydıktan sonra, akşam yiyeceği lüferin hayali ile eve gelişini ve aşçıbaşının hatası sonucu yaşadığı hayal kırıklığını şöyle anlatır (Rasim, 1954: 20):

“Vay lüfer Vay!” diye bağıran o balıkçı benim yerimde olsaydı, benimle beraber sofrada bulunaydı alabildiğine aşçıbaşına küfrederek, “Vah lüfer vah” diye belki ağlardı. Çünkü bizim balıkçılarımız, balığı tanıdıkları gibi pişirmesini de bilirler. Bizim aşçıbaşı lüferi palamut zannederek parçalamış, kızgın tavaya atarak kupkuru çıkarıp sofraya yollamış. Aman efendim çıldırmak işten değil.

“İSTANBULLUSUN  LÜFERİ BİLİRSİN!”

Aziz Nesin’in tanımladığı gibi denizsiz, balıksız yazı yazmayan Sait Faik de Sakarya Balıkçısı adlı öyküsünde, yine İstanbullu kimliği aidiyetine lüferi ilişkilendirmeden edemez ve bu düşünceleri Sakarya köylüsü Hüseyin Ağa’nın ağzından dillendirir (Abasıyanık, 2002: 467):

Harap bir kulübenin önünde durmuştuk. Hüseyin Ağa:

-Sen ne balığı bilirsin, bilsen bilsen uskumru, lüfer balığı bilirsin. Sana bu akşam yedireceğim kılçıklıbalığı İstanbul’da olsan lokmasını yemezsin. Ama köylük yerde bu balığın tadına doyum olmaz.

Akşamüstü güzel tereyağında kızarmış, iç az bir şey pembe, denizin hanos balığına benzer bir balık yediğimi hatırlıyorum. Hüseyin Ağa, bunların adına Hösgün derler oğul, demişti. Bu Sakarya balıklarının etinin lezzetinden ziyade, isimleri hoşuma giderdi. Oklahama, Cılpık, Hösgün… Sakarya balıkları isimleriyle beraber yendiği için lezzetlidir.

SONUÇ VE DEĞERLENDİRME 

Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmet Rasim, Aziz Nesin ve Sait Faik. Hepsinin ortak özelliği İstanbul yazarı olmaları ve yaşamlarının bir parçası olduğu için lüfer balığını da bu yaşanmışlıklarına şahitlik edercesine romanlarına, öykülerine ve denemelerine konu etmeleridir. Tanpınar, romanında aşkın en güçlü olduğu dönemin şehr-ayininin merkezine lüferi alırken, Ahmet Rasim’in sevgisinden “çiğ çiğ yemek istediği” lüferi Aziz Nesin daha bir sevgi ve şefkat haresi içinde “serin serin öpmek” ister. Sait Faik ise lüferin hayali ile ismiyle ve dostlukla lezzetlendirmeye çalıştığı hösgün balığına katlanırken bulur kendini.

Lüfer balığı çevresinde geçen tüm bu eserler, İstanbullu yazarların aynı zamanda lüferi bir simge, sembol ve göstergebilim üzerinden irdelersek, bir “gösteren” olarak ele aldıklarını ortaya koyar. Gösteren; lüfer, gösterilen; İs-tanbul ve İstanbullu kimliğidir.

Vahşi, mücadeleci, zor yakalanan ancak tüm bu meşakkatine rağmen yakalandığında lezzeti ve avlama öyküleriyle dillere destan olan lüfer, bir anda İstanbul’un, özellikle de Boğaziçi’nin (İstanbul’un nüvesi) kendisi ya da bir yansıması/belirtisi olarak anlatıdaki hakikate dönüşür. Tıpkı Boğaziçi Medeniyeti’nin öznesi İstanbul ve İstanbullu Kimliği gibi lüfer de yok olmaktadır.

Kaynakça

Abasıyanık, S. F. (2002). Toplu Öyküler. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

Akçura, G. (1993). Boğaziçi Yazıları. İstanbul: Mas Matbaacılık.

Aktürk, Ş. (2007). “Braudel’den Elias’a ve Hungtington’a ‘Medeniyet’ Kavramının

Kullanımları”. Doğu-Batı Dergisi. 41. 147.

Barthes, R. (2008). Göstergeler İmparatorluğu. (T. Yücel, çev.). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

Baudrillard, J. (1991). Sessiz Yığınların Gölgesinde Toplumsalın Sonu. (O. Adanır, çev.). İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Bourdieu, P. (1987). Distinction, A Social Critique of the Judgement of Taste. Cambridge: Harvard University Press.

Çetintaş, B. (2015). “Bir Boğaz Medeniyeti Vardı”. 1453 İstanbul Kültür ve Sanat

Dergisi. 22. 13.

Derrida, J. (2011). Gramatoloji. (İ. Birkan, çev.). Ankara: Bilgesu Yayınları.

Ferguson, N. (2015). Uygarlık. (N. Elhüseyni, çev.) İstanbul: Yapı Kredi Yayınları

Foucault, M. (2014). Bilginin Arkeolojisi. (V. Urhan, çev.). İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Gökalp, M. (Yön.). (2017). Lüfer [Sinema Filmi].

Güler, R. (2014). “Lüfer Devri”. I. Uluslararası Osmanlı İstanbulu Sempozyumu Bildirileri. 247-248. İstanbul: İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi Yayınları.

Hemingway, E. (2006). İhtiyar Adam ve Deniz. (O. Azizoğlu, çev.) Ankara: Bilgi Yayınları.

Hisar, A. Ş. (1997). Boğaziçi Mehtapları. İstanbul: Bağlam Yayınları.

Junger, S. (2009). Kusursuz Fırtına. (K. Atak, çev.). İstanbul: Galata Yayınları.

Koç, M. (2004). Türk Edebiyatı’nda Boğaziçi ve Boğaziçi Medeniyeti. İstanbul: Eren Yayınları.

Lacan, J. (2013). Psikanalizin Dört Temel Kavramı. (N. Erdem, çev.). İstanbul: Metis Yayınları.

Lyotard, J.-F. (2012). Libidinal Ekonomi. (E. Sünter, çev.). İstanbul: Hil Yayınları.

Melville, H. (2006). Moby Dick. (S. Eyüboğlu ve M. Urgan, çev.). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

Muammer, A. (2015). İstanbul Balık Kültürü. (R. Güler, düz.). İstanbul: Küre Yayınları.

Nesin, A. (2014). İstanbul’un Halleri. İstanbul: Nesin Yayınları.

Parla, J. (2015). Türk Romanında Yazar ve Başkalaşım. İstanbul: İletişim Yayınları.

Pasiner, A. (2001). İki Boğazın Suları. İstanbul: Remzi Yayınları.

Pekin, F. ve Dinç, B. (2004). Efsanevi Başkent İstanbul. İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları.

Rasim, A. (Ocak 1954). “Vay Lüfer Vay”. Balık ve Balıkçılık. 2(1). 18.

Sartre, J. P. (1994). Bulantı. (S. Hilav, çev.). İstanbul: Can Yayınları.

Steinbeck, J. (2002). Amerika ve Amerikalılar. (A. Yılmaz, çev.). İstanbul: İş Bankası Yayınları.

Tanpınar, A. H. (2000). Yaşadığım Gibi. İstanbul: Dergah Yayınları.

___________ (2004). Beş Şehir. İstanbul: Dergah Yayınları.

___________ (2009). Huzur. İstanbul: Dergah Yayınları.

Yazıcıoğlu, S. (Mayıs 2013). Medeniyet Kavramı Üzerine Bazı Düşünceler.

Mehmet Cemal BEŞKARDEŞ

 

Mehmet Cemal BEŞKARDEŞ /kentekrani

Youtube Abone Olmak İçin Tıklayınız

www.kentekrani.com 27 Mayıs 2023

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here