Bir Yaz Günü Rüyası “Zai”

0

Bir Yaz Günü Rüyası

“Zai.”

Siz bu sözcüğü daha önce duymuş muydunuz bilmem ama ben duyalı ve anlamını öğreneli çok az bir zaman oldu. Haziran ayı başında Bodrum’a gitmeye niyetlenince duydum kızlardan. Gidinceye kadar, gittiğimizde ve Zai’ye ayak basıncaya kadar da duymaya devam ettim. Ama ne derece önemsemediysem artık duymaktan ibaret kaldı bu sözcükle olan bütün ilişkim. Gençlerin pek rağbet ettiği şu yeni nesil kahve dükkânlarından biridir herhalde diye düşünmüştüm. Kızların hatırı için ara sıra gidip bir kahve içimi katlanıyorum oralara da çünkü.

Kusursuz plan bir gece önceden kızlar tarafından yapılmıştı zaten. Önce Bitez Dondurma’da dondurma yenecek. Sonra midemiz kazınıncaya kadar Zai’de takılıp, ‘çi’ böreğinin ve mantısının efsane olduğu söylenen Bitez Mantıcı’da alacağız soluğu. Ortamın en yaşlısı olarak günü aç geçirmeyi göze alamadığım için herkes dondurma yerken ben tatlı yiyeceğim. Ama bir an önce Zai’de olalım diye onu da yarım bırakmak zorunda kalacağım. Gençlerle aşık atamayacak kadar acelesiz ve us’ul yaşıyorum çünkü artık.

  

Sanırım aklım yarım bıraktığım bademli keşküldeydi. Giriş kapısına çok da dikkat etmeden bahçesindeki kesme taşlardan oluşturulmuş patikasında buluveriyorum kendimi. Daha ilk adımda sevecen bir ev sahibi gibi sarıp sarmalıyor hemen beni Zai’nin atmosferi.

Ağaçlardan başka bir şey görmedik daha oysa. Koca koca gövdeleriyle her geleni ayrı ayrı kucaklayanlar onlar mı yoksa? Mekâna binlerce yıllık adlarını verecek kadar da ilgi çekici her biri. Tek tek karşılarında durup hikâyelerini dinlemek isteğiyle doluyorsunuz önlerinden geçerken. Bir de gövdelerinde adları yazan sanatçı ve yazarlarla nasıl bir bağları olduğunu merak ediyorsunuz. Evlat edinilmek ya da sahiplenilmek için çok yaşlılar çünkü. Antik birer sanat eseri oldukları kuşkusuz elbette ama ben daha çok birer ermişe benzetiyorum her birini. Mekâna adım atar atmaz insanı saran o iyilik hissi de onların mistik ve kocamış varlıklarıyla ilgili sanki. Auraları buğulu ve çekici. Ve son derece karizmatik her biri.

Yolumuzu kesip ayaklarımızın altından şırıldanarak akan yapay ırmaklarsa kutsal kitaplardaki cennet tasvirine bir gönderme gibi. Yürüdükçe araları epey açık olan masalardaki insanlara tek tek bakmaya çalışıyorum onlara fark ettirmeden. Benim gibi cennette mi hissediyorlar kendilerini..? Hepsi derin bir huşu içinde görünüyorlar gözüme. Kurtulmaları gereken o melun şeyden kurtulmuşlar sanki. Kurtulmadıysalar da oraya getirmemeyi başarmışlar. Durmuş bir saat gibi herkesin yüzü; huzurda, güvende, esenlikte durmuş.

Boş masa bulmakta zorlanıyoruz.

Ama her yanı gezip kimler var kimler yok görmüş de oluyoruz bu vesileyle. Ayrılmış gibi boşta ve bizi bekleyen tek masaya oturuyoruz. Çalan müzik o kadar iyi gelmişti ki bitti diye üzülürken daha da iyisi başlıyor ardından. Her yeni başlayan bir öncekinden bir gömlek daha üstün ve koptuğumuz dünyadan bir fersah daha da öteye götürüyor sanki bizi. Ruhumuz öylesine besleniyor ki atmosferden, garsonlar gelip gitmese ne yemek aklımıza gelecek ne de içmek. Menüdeki fiyatlara bir kez daha şaşırıyorum, burası da değilse neresi pahalı bu Bodrum’un diyorum. İçecek fiyatları yeni nesil kahve dükkânlarıyla neredeyse aynı düzeyde. Yemek menüsüne bakmıyoruz. İçeceklerimizi söyleyip sanatsal etkinliklerin yapıldığı bölüme de bir göz atmaya gidiyoruz. Hummalı bir hazırlık var. Uzun uzun çekilmiş bantlarla yolumuz sık sık kesiliyor. Ama inat edip geziyoruz her köşesini. Sanatsal etkisi güçlü heykeller birer mıknatıs gibi çekiyorlar bizi. Onların da karşılarına geçip hikâyelerini dinlemek istiyoruz ama vaktimiz kısıtlı olduğundan fotoğraf çekip daha sonra oradan okumaya niyetleniyoruz. Tam çekecekken iyi giyimli, iyi konuşan, mekânın her detayına hakim olduğu her halinden belli olan bir beyefendi yaklaşıyor yanıma ve hemen yanımızdaki zeytin ağacını işaret edip:

“Asıl onun fotoğrafını çekin,” diyor, “Üç bin yaşından daha büyük o.”

Oradan anlıyoruz mekâna neden onların adının verildiğini. Binlerce yıldır oranın gerçek sahipleri onlar çünkü. Kimler gelmiş, kimler gitmiş, Kimbilir daha kimleri gönderecekler kendilerinden önce. Uzun bir süre daha gidecekleri yokmuş gibi sağlıklı ve heybetli görünüyorlar çünkü.

Masamıza gitmek üzere geri dönüyoruz. Bantlar geçecek yer bırakmayacak kadar çoğalmış. Aynı beyefendi yanımızda bitiyor. Aşağıya doğru eğiyor bantları.

“Atlayın üstünden,” diyor.

Kızlar bir türlü başaramayınca çekip onları kenara atlayıveriyorum kolayca.

“Anneniz sizden daha çevik maşallah,” diyor beyefendi kızlara dönüp.

“Günde üç dört saat yürüyor, o çevik olmayacak da kim olacak” diyor kızlardan biri ve zar zor geçmeye çalışıyor bantları.

“Kızları da yürütün siz” diyor beyefendi. “İhtiyaçları var baksanıza,” diye de ekliyor onların hallerini işaret edip.

Kızlardan korkuma gülemiyorum yanlarında. Onları bantlarla cebelleşirken bırakıp masaya doğru hızlanıyorum. Gözyaşlarımı tutmayı bıraktığım gibi kahkahalarımı da bastırıp ziyan etmeye kıyamıyorum artık, gülebildiğim kadar gülüyorum kendi kendime.

İçecekler ve hemen ardından da kızlar geliyor. Canları sıkkın değil. Fazlasıyla neşeliler hatta. Nasıl söyleyeceğini bilen, ne söylese bir batmaz ki insana. Hali ve dili bir tüy gibi zarif beyefendinin. Bir varmış bir yokmuş, sihirli bir bir masal karakteri gibi uçuşup duruyor mekânda. Mekânın incelikli ruhu onda vücut bulmuş adeta.

Bir yandan Bodrum Mandalina Gazozu’mu içerken bir yandan da düşünüyorum.

Zai ne demek?

Bu, en ince ayrıntısına kadar gerçekleşen rûya kime ait?

Açıp bakıyorum Google’dan.

“Zai’nin içinde bulunduğu arazide 17 adet zeytin ağacı bulunuyor ve konumlandığı yer olan Bitez de zeytin ağaçlarının çok yoğun olduğu bir bölge. Özellikle bu zeytin ağaçları Zai’nin mitolojideki zeytin kelimesinin dönüşümünden gelen ismine ilham olduğundan mekân, hem kimliğine hem de ruhuna yansıyan enerjiyle bütünleşti. Hem bize hem de misafirlerimize içinde vakit geçirerek hissedebileceği bir deneyim sağladı.”

“Okumayı seven bir insanım, iki üç kitap birden okuyup, bulunduğum her yerde de yanımda muhakkak bir kitap taşıyorum. Kütüphane ya da kitabevi gezmeyi, kitapların içinde vakit geçirmeyi seviyorum. Zai’yi tasarlarken de bu sevgimden ilham aldım… Kitap okuma eylemini, kitapların içinde gün boyu vakit geçirilebilen bir mekana taşıma arzusuyla Zai’yi hayata geçirdik. Okumaların yapılabildiği, gerekirse bilgisayarla çalışılabilen, kafesinden yararlanılabilen, hem bireysel hem de sosyal bir mekan düşüncesiyle projelendirildi. “Üçüncü mekan kütüphaneler” kavramı ile, ev ve işyerinden sonra kütüphanelerin üçüncü ana mekan olma fikri, Zai’nin de çıkış noktası oldu.”

Yeni nesil bir kahveci olmasını beklediğim mekânın yeni nesil bir kütüphane olduğunu, mekânın kurucusu ve sahibi Derya Büyükkuşoğlu’nun Gizem Dereci’ye verdiği röportajdan öğreniyorum.

“Kütüphaneymiş burası. Neden bunu bana söylemediniz ki,” diyorum kızlara.

Sözleşmişler gibi ikisi de bir ağızdan, “Sormadın ki,” diyorlar gülerek.

Gidip görelim o zaman şu kütüphaneyi diyorum. Kalkıp gidiyoruz. Bir yandan geziyorum bir yandan röportajı okumaya devam ediyorum. Derya Büyükkuşoğlu’yla birlikte geziyormuşum hissi veriyor bu bana çünkü.

“Kütüphanemizde bulunan kitaplar, klasik kütüphanelerdeki gibi mekan içinde okunup bırakılabiliyor, fakat klasik sistemde bulunan ödünç verme gibi bir sistemimiz bulunmuyor. Onun yerine kitaplar istenirse satın alınabiliyor. Yani hem kitabevi hem de kütüphane uygulamasını tek çatıda gerçekleştiriyoruz. Yeni nesil kütüphane olmamızdaki en büyük etken, kütüphanedeki içeriğin güncel ve popüler kitaplara göre değişebilmesi, klasiklerin yanında, okuyucuyu güncel tutabilen bir “yeni çıkanlar” bölümünün bulunabilmesi oldu. Böylelikle okuyuculara da yeni nesil bir okuma eylemi sağlayabiliyoruz… Yeni nesil kütüphane olarak, interaktif bir ortam yaratmayı hedefledik. Yazar söyleşi ve imza günleri, film okuma ve gösterimleri, müzik dinletileri, tiyatro gösterileri, atölyeler ve zamanla daha da edebiyata ve sanata dahil olacağımız etkinliklerle, misafirlerimiz ilgi alanlarına göre vakit geçirebileceği bir mekan tasarladık.”

Masamıza dönerken aynı beyefendi yine yanımızda bitiyor.

“Nasıl buldunuz, kütüphanemizi de beğendiniz mi?” diye soruyor bana.

Beni bir parçacık tanısa bu soruyu hiç sormayacak oysa. Neler hissettiğimi adı gibi bilecek.

“Halimden belli değil mi, büyülendim,” diyorum.

“Ahmet Gümüştekin’in sergi açılışı var bu akşam, dört yüz kişiyi ağırlayacağız, ona da kalabilseniz keşke,” diyor.

“Çok isterdim ama uçak biletlerimizi aldık, dönüyoruz artık,” diyorum.

“Gelin öyleyse bir başka sergi gezdireyim ben size,” diyor.

Kızlara şöyle bir imalı bakıp gidiyorum beyefendinin peşinden. Onlar da öylece bakakalıyorlar bana. Bantlardan atladığım gibi sergi gezme teklifine de atlayıverişime şaşırıyorlar.

İç mimarisi de dış mimarisi kadar sade ve şık tasarlanmış bir alanda sergilenen, her biri neredeyse bir duvar büyüklüğünde olan dev tablolar gözlerimi kamaştırıyor adeta. En görkemli olanıyla ilgili bilgiler vermeye başlıyor beyefendi. Ama normal boyutlarda olan başka bir tablo kendine doğru çekiyor beni. Çağırıyor hatta. Usul usul o tarafa doğru yürüyünce hafif bir gülümseme beliriyor sanki hüzünlü yüzünde. Yürümeyi bırakıyorum. Daha fazla yaklaşırsam konuşacak benimle diye korkuyorum. Çok gerçek. Çok tanıdık. Çok yalnız ve hüzünlü bir kadın portresi. Sarışın olmasa bir tabloda değil de bir aynada gördüğümü sanacağım onu.

Dolaşırken bir ara yerden tavana kadar cam olan duvardan dışarısı ilişiyor gözüme. Oturduğumuz masa hemen önündeymiş meğerse. Kızlar da dev ekrandan film izler gibi izliyorlarmış içeriyi. Acıktıklarını belli eden ısrarlı hareketlerle beni çağırıyorlar. Beyefendinin de gözünden kaçmıyor, çıkışa doğru yürüyoruz.

Kadın portresini işaret edip, “Hangi ressamın eseri bu?” diye soruyorum beyefendiye.

“Onu bilmiyorum işte,” diyor. “Sanırım yeni gelmiş, ben de yeni görüyorum.”

O kesin bizimle birlikte geldi, bizimle birlikte de çekip gidecek diyorum içimden.

Vedalaşıyoruz beyefendiyle. Sevecen ilgisine ve zarif konukseverliğine çok teşekkür ediyoruz. Bir dahaki gelişimizde Zai’nin “Oku, dinle, izle!” olan mottosunun hakkını tam olarak teslim edip akşam yemeğini de Zai’de yeme sözü veriyoruz.

Mekânın diğer kurucusu ve sahibi Yunus Büyükkuşoğlu’nun Müjde Işıl’a verdiği röportajdan mutfakta da hayli iddialı olduklarını öğreniyoruz çünkü.

“Mutfağımızı bu sene gastronomi deneyimi yaratmak üzerine ve ağırlıklı İtalyan mutfağı olarak kurguluyoruz. Misafirlerimizin belirlenen bir menü ile yemeği pişiren şefle ziyafet boyunca iletişim içinde olacağı, servis edilen tüm yemekleri tatma duyusunun yanında; anlama, özümseme kavramları ile şef tarafından sunulacak “Şef Masası” deneyimine yönelik etkinlikler olacak. Bir diğeri de geçen sene gerçekleştirdiğimiz ve kahkaha dolu, keyifli bir yeme-içme deneyimi yaşadığımız “Şefle Düello” olacak. Bu gastronomi deneyiminde ise yemek yapma konularında kendine güvenen misafirlerimiz, şefimizle birlikte belirlenmiş bir reçete üzerinden bir pişirme düellosu gerçekleştirecek. Tüm bu etkinliklerimizin amacı, bir masa etrafında toplanıp birlikte gerçekleştirilen yeme-içme deneyimini, bir sonraki aşamaya geçirmek ve misafirlerimize unutamayacakları yeni deneyimler yaşatmak.”

Ayrıca Zai’nin gece daha inanılmaz olacağına, gözümüze görünen kadar görünmeyenin de bizi büyüleyceğine hiç kuşkumuz yok. Bir de Ahmet Güneştekin’in Kutsal Ağaçlar adlı sergi açılışı gibi mekânla özdeş bir gece etkinliğine denk gelirsek yine katmerlenir o büyüleyicilik diye düşünüyorum.

Girerken gözden kaçırdığım kapısını bir kez daha kaçırmamak, verdiği mesajı ya da işaret ettiği gizemi okuyabilmek için gözümü kapıya dikip öylece yürüyorum çıkışa doğru. Biri açık biri kapalı olan iki kanadın, rengi ve dokusuyla ilk aklıma getirdiği şey dikine konulmuş bal petekleri oluyor. Arabaya biner binmez balın sembolik olarak neler ifade ettiğine bakıyorum hemen. Mayaların gizli inanışı Popul Vuh’a göre ilk arının dünyanın merkezindeki bir kovanda doğduğunu, bir volkanın lavları gibi elleri yakan ve gözleri kamaştıran bu hayvanın asli görevinin insanı kayıtsızlık ve bilgisizlikten uyandırmak olduğunu öğreniyorum. Bir de Neolitik çağlardan itibaren Babil, Sümer ve Girit gibi birçok medeniyetin önemli insanlarını balla birlikte gömdüklerini. Çünkü bal öteki dünyaya girişin anahtarıymış onlara göre.

Kayıtsızlık ve bilgisizlikten, okuyarak, dinleyerek, izleyerek uyanırsak eğer başka bir dünya mümkün dedirten, bal gibi tatlı ve besleyici bir mekân Zai.

Bana iyi geldiği gibi herkese iyi gelir mi bilemem ama benim gibi ömrünün ilk yarısını fırsat buldukça, ikinci yarısını tamamen okuyarak, dinleyerek ve izleyerek yaşamaya adamış olanlar gidip mutlaka görmeli Zai’yi.

Hülya Bilge GÜLTEKİN

 

Hülya Bilge GÜLTEKİN/kentekrani

Youtube Abone Olmak İçin Tıklayınız

www.kentekrani.com 29 Haziran 2021

Video Editing: Nurullah Kadirioglu

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here