Bak Postacı Geliyor.

0

Bak Postacı Geliyor.

Bak postacı geliyor selam veriyor
Herkes ona bakıyor merak ediyor
Çok teşekkür ederim postacı sana
Pek sevinçli haberler getirdin bana

Oldum olası içimi titreten şeylerden biri kitaplarsa bir diğeri de mektuplar olmuştur hep. Hele ki çocukluğumda postacıların çapraz astıkları çantalarıyla ve kendilerine özel kıyafetleriyle birden sokağımızda belirivermeleri nasıl da heyecanlandırırdı beni. Benim yaşlarımda olup, çocukluğu ve gençliği küçük yerlerde geçmiş olanlar çok iyi bilir ki rutini bozan en sıradan şeyler bile günün anlamını kolayca değiştiriverir öyle yerlerde.

Görür görmez bir merak başlar önce herkeste:

Postacı hangi evin kapısını çalacak…? Evdekilerden hangisine…? Nereden…? Kimden mektup getirecek…? Kimi sevindirecek ya da kimi üzecek…?

Ben bu konuda şanslı olanlardan biriydim. Postacı, çoğunlukla bizim evin kapısını çalar ve bana mektup getirirdi. Ortaokuldaki kız arkadaşlarımdan biri, Esenler’e taşınınca ailesiyle birlikte, okul arkadaşlığımız da sona erivermişti. Okul dışında görüşme olanağımız oldukça sınırlıydı o yıllarda. Okulumuzun bulunduğu Kestanelik’e ben Dağyenice’den gelirken, o Çanakça’dan geliyordu çünkü. Ama okulda yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi desem yalan söylemiş sayılmam. Okul yönetimi dışarıdan gelen öğrencilere pastane, lokanta, büfe, kafe gibi yerlerde yemek yemeyi yasakladığından, hepimiz evlerimizden getirip sınıflarımızda yiyorduk öğle yemeğimizi. Kızlı erkekli, hem kaynaşıp, hem oynaşıp, bazen de birbirimizle dalaşıp kocaman ve mutlu bir aile sofrasına dönüştürüyorduk o yemekleri.

Ölümlerde olduğu gibi ayrılıklarda da geride kalanlar için süregiden hayat çarçabuk normale döndüğünden, biz vefasızlar onu neredeyse hiç aklımıza getirmezken, o, vefalı çıkıp bana ve birkaç arkadaşımıza mektup göndermişti bir süre sonra.

Hiç unutmam gönderdiği ilk mektubu. Uçuk pembe bir zarfın içinde, kenarları çiçeklerle çerçevelenmiş, yeşil bir çizgili kağıda, her harfi nakış nakış işlemiş gibiydi; nazarımda bir mektuptan ziyade bir sanat eseriydi.

Aniden taşınmışlardı. Hepimizi merakta bırakan bir gidişti bu. Mektubunda uzun uzun anlatmıştı bunun sebebini. Sen de bana yazmak istersen adresim bu deyip öyle bitirmişti yazdıklarını. Ben yaradılış olarak içe dönük ve kendi içimde pek bir mutlu mes’ud yaşadığımdan, arkadaşlarım hep benimle -benim onlarla ilgilendiğimden- daha fazla ilgilenmek zorunda kalmışlardı. Beni bir ebe gibi kendimden çekip çıkarmayı başaranlarla, bu emeğe değdiğimi düşünenlerle arkadaşlık edebiliyordum sadece. Yine öyle olmuştu. Arkadaşımın çabası ve ilk adımıyla başlamıştı mektuplaşmalarımız. Rengârenk, süslü püslü, hikâyeli ve hisli mektubuyla beni baştan çıkarmayı başarmıştı. Ertesi gün ilk işim, müdavimi olduğum kırtasiyeye gidip mektup kağıtlarının ve zarflarının en güzellerini seçmek olmuştu. Ve gece boyunca uzun uzun yazıp ertesi gün postalamak.

Birkaç mektubundan sonra yazabilmişti ancak okula gitmeyi bırakıp bir tekstil atölyesinde işe başladığını. Ben buna ihtimal vermediğim için yeni okulunu bile sormaya fırsat bulamamıştım henüz. Daha çok onun sorduklarına ve merak ettiklerine cevap niteliğinde olmuştu ilk birkaç mektubum. Her mektubunda, o günkü çocuk aklımızla, evde kalmış yaşlı bir kız kurusu olduğu için kızlara eziyet etmeden duramadığı teşhisini koyduğumuz, okulumuzun hem matematik öğretmeni hem de müdürü olan Sabahat Hoca’yı illaki soruyordu. O da illaki içimizden birine sebepsiz yere saldırmış oluyor ve ben de bunu en ince detayına kadar yazmadan edemiyordum arkadaşıma. Derslerde kız ve erkek öğrencileri yan yana oturtmadığı gibi, teneffüslerde de bizi kızlı erkekli, hele ki samimi tavırlar içinde görmeye hiç tahammülü yoktu Sabahat Hoca’nın. Erkekler her dertten paçayı kolay sıyırdıkları için bunun bedelini ödemek, ayıplısı sayılmak, azar işitip idareye çağırılmak yine biz kızlara düşüyordu. Ben, bu eziyetten kurtulduğu için arkadaşımı şanslı sayarken, işe girmiş olduğunu öğrendiğimde uzun bir süre ne yazacağımı bilememiştim ona bu konuda. Ücretini haftalık olarak aldığını, alır almaz da atölyede edindiği yeni kız arkadaşlarıyla ya alışverişe ya da gezmeye gittiğini ballandıra ballandıra yazmıştı oysa o bana. Haftalıklarından sadece birini ev kirası ve faturalara yardımcı olmak için annesine verdiğini. Onu verdiği için çalışmasına ve arkadaşlarıyla gezmesine karışılmadığını da. Bazı mektuplarında öyle bir anlatıyordu ki yeni yaşantısını, kıskanmadan edemiyordum onu. Karşıdan bakıldığında bizden daha özgür, daha yetişkin, daha bağımsız görünüyordu çünkü. Okulda Sabahat Hoca’dan çektiğimiz yetmiyormuş gibi, daha beterini de evlerimizde annelerimizden çekiyorduk. Yaşları geçmeden evlenip, hemen çoluk çocuğa karıştıkları halde neden bize böyle davrandıklarını anlayabilmemiz mümkün değildi o günlerde. Kendi başımıza gezmek şöyle dursun, kendi kendimize gülmek bile lanetlenmek demekti. Kısacası; okuldan ya da evden, nereden bakarsam bakayım onun hayatı daha parlak görünüyordu benim henüz uykuda olan gözlerime. Ama şunu da hissediyordum bir yandan karşılıklı yazıştıkça. Farkında olmasam da onun elinden, ona sormadan alınmış bir hakka, iyi kötü sahiptim hâlâ. Bana yazdıkça, sürekli okulumuzu, arkadaşlarımızı ve öğretmenlerimizi sordukça, kendini bizden ve hakkı olandan kopmamış gibi hissediyordu. Bu da o süslü mektupların anlamını gün be gün büyütüp derinleştiriyordu bende.

Gel zaman, git zaman.

Gel mektup, git mektup.

Ben liseye başlayıncaya kadar sürdü mektuplaşmamız. Birden geliveren ilk mektubu gibi birden de kesiliverdi mektupları. Ben yine de birkaç karşılıksız mektup gönderdim ona. Baktım cevap gelmiyor ben de yazmayı bıraktım bir süre sonra. Ama aklım da hep onda kaldı. Başından sonuna kadar olan bu süreçte daha ihtiyaçlı ve istekli olan taraf hep o olmuştu çünkü. Çok sonraları, tesadüfen ortak arkadaşımız çıkan birinden öğrenecektim; erkenden iş hayatına atıldığı gibi erkenden de evlendiğini. Evlendiğini yazmaya eli gitmemişti belki. Ya da hayat arkadaşını bulunca bir mektup arkadaşına gerek kalmamıştı. Ama erken de olsa, aşkla yaptığı bir seçimi mutlaka paylaşmak isterdi benimle. Ne o ne ben aşktan hiç bahsetmemiştik mektuplarımızda. Yaşamak şöyle dursun aşkın adını anmaktan bile men edilmiştik de farkında değildik çünkü bunun. O, bir aşk evliliği mi yapmıştı, bir dayatma evliliğimi bilemiyordum ama ben, bizi kendilerine benzetmek isteyen bütün kadınlara inat aşk evliliği yapacaktım. O gün elbette gelecekti, geldiğinde o güne kadar öğretilen ve dayatılan her şeyi yakıp yıkacak, dillere destan bir aşk yaşayacaktım.

Mektup yazarım mektup

Üzerini pullama

Ben yazarken ağladım

Sen okurken ağlama

İlk mektup maceram, son sezonu çekilmeyen diziler gibi aniden bitivermiş olsa da mektuplara olan tutkum ben büyüdükçe büyüyecek, o tutku bir ağaç gibi, kendi doğal sürecinde dallanıp budaklanarak beni de peşinden sürükleyecekti.

Lise birinci sınıftaydım onlar nişanlandığında. Belki de onlardan çok bizleri mutlu etmişti bu nişanlanma. Biri yakın akrabalarımızdan olan sevilen bir ablamız, biri de ailemize evlilikler yoluyla akraba olan pırlanta gibi bir ağabeyimizdi.

Oğlan da kız da bizim idi…

Biri etimiz ise biri tırnağımız idi.

Duyan herkeste bir bayram sevinci yaratıyordu nişanlanmış olmaları. Fitneci, fesatçı, bozguncu olanlarda bile. İlçedeki devlet dairelerinden birinde memurdu eniştemiz ve büyük bir ihtimalle orada oturacaklardı evlendiklerinde. Ama hayatın ne zaman ne getireceği belli olmuyordu işte. Polis olmaya karar verdiğini duyduk önce eniştemizin. Sonra sınavlara girdiğini ve ardından İzmir 100. Yıl Polis Okulu’nu kazanıp okumaya gittiğini.

O gün, okuldan her gelişimde yaptığım gibi uzanmış kanepede duvardan indirdiğim takvimi okuyordum. Her yılbaşı mutlaka “Hürriyet Takvimi” alınırdı evimize. Ve bu takvim okuma âdeti sadece benim değil annem babam da dahil evdeki herkesin çok rağbet ettiği âdetlerden biriydi. Kendimi nasıl kaptırdıysam artık, ablamın başucumda yerden bitiverdiğini sanmıştım görünce. Ne bir seslenme duymuştum, ne bir zil, ne bir kapı tıkırtısı. Okurken dünya değiştirdiğim o büyülü anlardan birindeydim yine.

“Kalk çabuk, bana yardım et!”

“Ne var, ne oldu ki?”

Ailemizin esmer güzellerinden biriydi ablam. Onu bir yerlerde azıcık da olsa görenler, ona ulaşamadığından bana ulaşır, benim aracılığımla iletişmeye çalışırlardı onunla. Biz onlardan bir sonraki kuşağın kızları olarak biraz daha sosyal hayatın içinde kıpırdanabilme şansına sahip olabilmiştik çünkü. Hani diyeceğim o esmer güzelliği bile onu kapkara kesilmekten kurtaramamıştı.

“Eniştenden mektup geldi, ‘sen de yaz,’ diyor bana.”

“E ne güzel işte, yaz sen de.”

“Yaz demesi kolay, kolaysa sen yaz da görelim.”

O, neler yazmak istediğini bir bir anlatacaktı önce bana, ben de hiçbir katkı yapmadan, sadece edebi dokunuşlar ve düzenlemeler yaparak yazacaktım mektupları. İkimiz birlikte en doğrusunun bu olacağına karar vermiştik ve ilk mektubu hemen oracıkta yazıvermiştik. Karşılığı geldikçe de sonrakileri tabii. Karda yürüyüp izimizi belli etmememeyi başardıkça daha bir keyifleniyorduk her mektupta. Ama boşuna dememiş yaşlı bilgeler, yalancının mumu yatsıya kadar yanar diye. Bizim mumlarımız da mahallede yaşanan talihsiz bir hırsızlık olayına kadar yanabilmişti ancak. Bu yazının başında da demiştim ya hani, rutini bozan en sıradan şeyler bile çok önemlidir küçük yerlerde diye, öyle işte, bu hırsızlık olayını da illaki yazalım eniştene diye tutturdu ablam. Benden günah bir kez daha gitmişti bana göre. Ben emir kuluydum kalemim ve kağıdımla birlikte.

Büyük bir iştahla… Zar zor edinip okuduğum kitapların yazarlarına öykünerek… Hatta yazarken ara ara onlardan biri olduğum zannına kapılarak… Kahramanı ve mekânı şiirsel bir dille betimleyerek… Olayı merakta bıraka bıraka… Adım adım.. Sahne sahne canlandırarak… Ve büyük bir keyif alarak yazacaktım elbette. Yazacak ve kendi ipimi kendi ellerimle çekecektim.

O gün yine okuldan dönmüş, takvim okuduğum kanepede ablamı kapkara bir vaziyette oturur bulmuştum. Elinde sımsıkı tuttuğu mektubuyla birlikte elbette. İlk aklıma gelen eniştemin okulda atış talimi yaparken ya da başka bir silah kazası ile yaralanma ihtimali olmuştu.

“Hayırdır abla, yine ne var?”

“Elinin körü var. Bundan sonraki mektupları Hülya’ya yazdırma, kendin yaz, diyor enişten.”

Buna asla ihtimal vermeyip kendimi böyle bir sonuca hazırlamadığımdan olacak ki daha kötüsünün olmadığına sevinememiş, donup kalmıştım. Birimiz kapkara, birimiz bembeyaz, ying yang misali öylece oturduk bir süre ablamla. Sessizliği ve benimle birlikte donup kalan an’ı bozan ben oldum yine.

“Nasıl anladı acaba?”

Akıllıca sorulmuş bir soru değildi belki ama ablamın cevabını çok net bildiği bir soruydu ve sorar sormaz yapıştırdı cevabını hemen.

“Sana mektup yaz dedik, kitap yaz demedik.”

“Sen ısrar ettin hırsızlık olayını yaz diye, suçu bana atma şimdi.”

“Yaz dedik, edebiyat parçala demedik.”

Ablam, muhtemelen bir sonraki ve daha sonraki mektupları nasıl yazacağını düşünürken ben de eniştemin yüzüne nasıl bakacağımı düşünüyordum o an. Zaman denen ulu efendinin, bu tür naif utançları kıymetli kılıp, gülünesi, sevilesi hatta yazılası anılara dönüştüreceğinden bi’haberdim o vakitler çünkü.

İkinci mektup maceram da yazmaya olan zaafım yüzünden bu tür bir hüsranla bitmişti ama bu asla son maceram olmayacaktı. İnsanın bir tutkusu olmaya görsün, hayat ne yapıp ediyor, onu besleyip büyütecek şartları, olayları ve insanları bir araya getirip önüne zarifçe bırakıyor. Biz daha fazlasını umup elimizin tersiyle itmeyelim bulduğumuzu yeter ki.

Mektup selam söyle benden sılaya
Söyle benim için de eller ağlasın
Gözü yaşlı düştüm gurbet ellere
Uzaktır aramızda yollar ağlasın

Ömrünün büyük bir bölümünü Almanya’da tek başına geçirmiş olan amcam, çoluk çocuk büyüdü artık deyip teyzemi de yanına alınca –amcamla teyzem evli benim bu arada, bana yeni bir mektup macerasının da yolu açılmış oluyordu. Ama ben bayağı bir zaman sonra yazdığımı hatırlıyorum ilk mektubumu. Sanırım benden başka da mektup yazanları olmamıştı. Yazdıklarımın onlara gurbette nasıl iyi geldiğini, aynı iyilik ve mutluluk hâli içinde şöyle anlatacaktı teyzem izine geldiklerinde.

“Amcanın bütün Türk arkadaşlarına okudum mektubunu, Alman olanlara da amcan okudu. Merak edenler bile oldu seni içlerinde, açtık amcanın çektiği videolardan gösterdik, Afyon’lu olan demesin mi, böyle elma gibi bir kız varmış kardeşinde de neden oğluna gidip elden kız aldın, diye. Amcanı bilirsin, tersleyiverdi hemen.

“Senin o dediğin sizde olur, bizde olmaz!”

Buraya kadar hep eğlenerek yazdım mektup maceralarımı ama burada tutamadım gözyaşlarımı. Çok dürüst, çok kalite, J.J. Rousseau’nun “soylu vahşi” diye nitelendirdiği, özü sözü bir, yapaylıktan ve sahtekârlıktan uzak, haksızlığa, hukuksuzluğa asla tahammülü olmayan bir insandı amcam. Çocukluğumda annemden dinleyip, o küçük aklımla bana “Vay be!” dedirten şeylerden biri de şudur onunla ilgili. Henüz gazetelerin sadece gazete olduğu, ansiklopedilerin sadece okul kitaplıklarında bulunduğu o yokluk zamanlarında. Bir ziyaret için İstanbul’a giden ahbaplarından biri “İstanbul’dan ne getireyim sana?” diye sorunca amcama, “Meydan Larousse getir bana.” demiş. Muhtemelen o günlerde, o civarda istediği şeyin ne olduğunu bilen tek kişi oydu. Bunu duyduğumda amcamı şöyle bir herkesin içinden çekip çıkararak çok başka bir yere koymuştum. Kalbim bir kitaplık olsaydı göze en görünür yerinde duran, aile yadigârı bir Meydan Larousse olurdu amcam.

Bendeki bu mektup sevdası karşılıksız değildi elbette. Mektupların da beni tutkuyla sevdiğini iddia edebilecek kadar mektup deneyimi yaşamıştım çünkü. En azından bu maceraların bir tanesi bir sevgiliyle yaşansa çok daha iyi olurdu ama olmamıştı bir türlü. Bu olmayacağı anlamına da gelmiyordu. Ama mektuplar bir yolunu bulup bana gelmeyi başarıyorlardı.

Doksanlı yılların başıydı. İşe gitmek için evden çıktığım bir sabah, Çatalca Kız Meslek Lisesi’nin önünde, kaldırıma saçılmış bir dolu zarf çıkmıştı önüme. Lisenin bahçesinde bulunan yaşlı ağaçlardan dökülmüş beyaz birer yaprak gibiydiler. Kimisi ters, kimisi yüz üstü düşmüştü. Hepsinin içleri dolu ve üstleri yazılıydı. Yazılar aynı elden ve aynı kalemden çıkmıştı. Adresler aynı ilin farklı mahalle ve ilçelerine aitti.

Postane de oraya o kadar yakındı ki, lisenin karşı komşusu sayılırdı. Çöp kutusu deseniz mektupların hemen yanı başındaydı. Postaneye değilse çöpe neden atmamıştı onları yazan da böyle ulu orta saçmıştı? Benim gibi hayal gücü geniş biri için çözülmesi gereken bir muamma gibiydiler. Yolumu kesmiş olmalarına bir anlam yükleyip postalamalı mıydım onları, yoksa bana bir şeyler söyleyeceklerine inanıp okumalı mıydım açıp? İyi sinemacılar bunu çok iyi yaparlar, hikâyenin ucunu açık bırakarak bitirirler filmi. Sanırım ben de öyle yapacağım. Mektupları tek tek ve incitmeden topladıktan sonra postaneye doğru yürüdüğümü söyleyip gerisini bu yazıyı buraya kadar okuma sabrını göstermiş olanlara bırakacağım. İyi seyirciler gibi iyi okurlar da en iyi finali yazacaklardır benim yerime.

Hülya Bilge GÜLTEKİN

 

Hülya Bilge GÜLTEKİN/kentekrani

Youtube Abone Olmak İçin Tıklayınız

www.kentekrani.com 25 Nisan 2021

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here