🎥 Hülya Bilge GÜLTEKİN; The Roses: Sessizlikten Yangına

0

Ev sessizdi,

duvarlar nefes almıyor,
pencereler dışarıya değil
içimize bakıyordu.

Ivy’nin mutfağında bir tabak çatladı,
su değil, sabır döküldü yere.
“Sometimes Ivy’s mad at me and I can’t even tell,”
fısıldadı Theo, sessizliğiyle ağırlaşan odada.

Gül camın ardında kurudu,
her yaprak, bir hatıranın küllerini taşıdı.
“I just want the house. I built it,”
dedin, Ivy,
ama evin duvarları bile sustu.

Durduğun an her şey çöktü,
“You stopped. You’re not supposed to stop.”
Theo’nun sesi, hem öfke hem çaresizlikle yankılandı.

Henüz birlikte bile değildik,
“We haven’t even had sex yet,”
ama mesafe, aşkın yerini almıştı.

Bazen nefret, bazen sevgi
dalga dalga geldi:
“I suppose sometimes I do hate you… Sporadic hatred.”

Ve yangın başladı,
odalar, duvarlar, gölgeler —
her biri içsel bir alevin izdüşümüydü.

Sessizlik, artık bir çığlık oldu,
kuruyan gül, kül hâline dönüştü,
ve biz,
birbirimize tanıklık ederek,
yanmayı öğrendik.

Üzerinde kalem oynatmaya çalışacağım filmimizin adı, yukarıdaki şiirde geçen ve bu yazıda da çokça geçecek olan evli çiftimizin soyadından geliyor: The Roses.

Ivy ve Theo Rose, ilk sahnelerde, dışarıdan bakıldığında işleri ve ilişkileri tıkırında bir çift olarak çıkıyor karşımıza. Ivy, şeflik kariyerinde ilerleme kaydetmeye çalışırken, Theo ise çoktan kendini kanıtlamış başarılı bir mimar. Hani eskilerin pek manidar bir sözü vardır ya: “Bu düzen iyi bir düzen ama olmasa bir bozan,” diye. Tam da öyle oluyor. Bir gece bir fırtına kopuyor aniden. Bu fırtına Theo’nun kariyerini alaşağı ederken Ivy’ye yürü ya kulum diyor. Bu alt üst edici kariyer değişimleri, ev içi rollerin de tersine dönmesine ve nihayetinde çiftin doğal yoldan çözülmesine sebep oluyor. Bu süreçte tatminsizlik, kıskançlık, rekabet ve içsel öfke su yüzüne çıkmaya, evliliği ayakta tutan sevgi ve saygı kontrol manyaklığına doğru evrilmeye başlıyor.

The Roses, geleneksel ev ve iş dengesi yerine, modern bir kariyer çatışması sunuyor izleyiciye: Ivy güçlü bir profesyonel kimliğe kavuşurken, Theo evde kalma rolüne geçiyor. Bu değişim, toplumdaki erkek ve kadın rollerine dair beklentilerin altını kalın bir çizgiyle çiziyor. Theo’nun gerileme hissi, Ivy’nin yükselişiyle karşılaştırıldığında daha görünür hale geliyor; bu da filmde başarı, değer ve tatmin üzerine sorgulamalara sebep oluyor. 

Film, diğer bir bakış açısıyla da bir evliliğin “birliktelik” temeli yerine “rekabet” alanına dönüşebileceğini de gösteriyor. Çiftin arasındaki ilişki, iş, rol, para ve statü üzerinden saldırganlaşıyor. Ve hikâye sadece bir boşanma savaşına değil, aynı zamanda bir kim kazanacak savaşına doğru da sertçe ilerliyor.

Olivia Colman ve Benedict Cumberbatch’in rol uyumu ve performansları filmin güçlü yönlerinden biri olarak öne çıkıyor. Günümüz evlilik, kariyer ve kimlik konularını işleme biçimi de bir o kadar dikkat çekici, bu konularda da modern bir bakış açısı sunuyor izleyiciye. Mizahi unsurlar ile dramatik çatışmanın birleşimi, izleyicinin hem eğlenmesi hem de düşündürülmesi için sunulan artılarından biri filmin.

Zayıf bulunup eleştiri alan bölümleri ise şöyle: Kara komedi vaat ettiği halde komedi sahnelerinin yeterince keskin olmamaması. İlk yarının temposunun olması gerekenden yavaş bulunması.

Filme en güçlü yönü olan karakterler üzerinden derinlemesine bakacak olursak:

Ivy Rose, filmin merkezindeki dönüşümün taşıyıcısı durumunda. Filmin başında izleyiciye tanıtıldığı haliyle o kusursuz evlilik düzeninin de simgesi. Zarif, disiplinli, işinde mükemmeliyetçi, eşine karşı ilgili ve şefkatli. Ancak film ilerledikçe ve eli güçlendikçe bastırılmış kontrol tutkusu giderek yüzeye çıkıyor ve hikâyenin başındaki Ivy’den eser kalmıyor. Ivy’nin kendi restoran zincirini kurması, bir yandan bağımsızlık ve güç getirirken, diğer yandan içsel boşluklarını da görünür kılıyor. Başarı, onun için bir kalkan. Theo’nun düşüşü karşısında hem suçluluk hem üstünlük hissediyor. Ivy, aşkı planlamaya, programlamaya çalışıyor. Finalde Theo’yla yaşadığı yüzleşmede “Ben seni kaybetmedim Theo, sadece seni kategorize edemedim” repliği, karakterin iç dünyasını çok iyi özetliyor: Onun için sevgi bile bir kontrol meselesine dönüşüyor.

Theo ise, Ivy’nin tam zıttı bir varoluşla çiziliyor: özgürlükçü, duygusal, biraz da dağınık. Hikâyenin başında uyumlu erkek profili olarak tanıtılıyor olsa da film ilerledikçe öfkesini bastırdığı anların birikimiyle giderek daha keskinleşiyor. Yavaş atın tekmeleri gittikçe sertleşiyor yani. Theo’nun darmadağın olan ruh hali, erkeklik duygusunu ve olağan tanımını kaybetme korkusu etrafında dönüyor. Ivy’nin başarısı karşısında, toplumsal olarak belletilmiş olan “Ben erkeğim ve kadından daha güçlü olmalıyım,” ezberi çökmeye başlıyor. Theo, doğrudan patlamıyor, aksine, kendini geri çekerek cezalandırıyor partnerini. Bu da ilişkiyi pasif agresif bir savaşa çeviriyor. Film boyunca Ivy’yi manipüle etmeden ama duygusal yoklukla yıpratıyor.

Bazen iki insan, birbirinin aynasında kendini yakar.
Alev, dışarıdan değil, içeriden yükselir.
Ve ev dediğimiz o güvenli kutu bir gün farketmeden içten içe yanmaya başlar.

Jay Roach, The Roses üzerinden tam da bu yanmayı hikâyeleştiriyor:

Ivy Rose’un ellerinde bir düzen vardır.
Bir bahçeyi andıran mutfağında, her bıçak yerli yerindedir; her kadeh, ışığı belli bir biçimde yansıtır.
Düzenden aldığı huzur, sevginin de ölçüsünü belirler.
Theo Rose ise o düzenin içinde nefes almaya çalışan bir gölgedir, onun için sevgi, rastlantı ve sürprizdir.

İlk sahnelerdeki gülümsemeler, bir vitrinin camına çizilmiş gibidir.
Ivy’nin mükemmeliyetiyle Theo’nun gevşekliği arasında görünmeyen bir ip gerilidir.
Ne zaman Ivy biraz daha yükselse, Theo’nun sesi biraz daha kısılır.
Bu, yalnızca bir çiftin çatışması değildir; bu, gücün cinsiyetle, sevginin kontrolle karıştırıldığı bir dünyanın prototipidir.

Theo geriye çekildikçe, Ivy’nin sesi sertleşir; Ivy güçlendikçe, Theo’nun adımları sessizleşir.
Bir noktadan sonra birbirlerine değil, kendi eksikliklerine konuşurlar.
Film bu noktada, evliliği bir diyalog değil, iki monolog hâline getirir.

Bir kadınla bir erkeğin, birbirini severek yavaş yavaş nasıl kül olduklarının.

Ama bu kül, bir son değil; bir aynadır aslında, aşkın kendi suretini seyretmesidir.

Yönetmen, sahnelerini öyle kurar ki; duygular kelimelerle değil, boşluklarla anlatılır. Bir tabak masaya biraz sert bırakılır, bir bakış yarım kalır, bir kapı gereğinden uzun kapanır.

İzleyici o sessizliklerde nefes alır.Mutfak, evin kalbidir; ama burada kalp, her çarpışında biraz daha çatlar.
İlk yarıda mutfak, Ivy’nin hâkimiyet alanıdır; temiz, kontrollü, düzenli.
İkinci yarıda aynı mutfak, çatışmanın arenasına dönüşür: uçuşan un bulutları, devrilmiş bardaklar, yanmış soslar…
Yani sevgiyle savaşın ayrıldığı sınır, tam da bu masanın üzerindedir.

Film, bir evliliğin yıkımını değil, kimliklerin kabuk değiştirmesini anlatır aslında.
Theo’nun “Senin başarını sevmek istiyorum ama bu beni yok ediyor,” dediği sahne, film boyunca duyduğumuz en çıplak itiraftır.
O cümle, bir erkekliğin değil, bir insanlığın kırıldığı yerdir.

Ivy’nin bakışında ise bir suçluluk değil, bir şaşkınlık vardır.
O, yalnızca güçlü olmayı öğrenmiştir, ama kimse ona gücün acımasızlığından bahsetmemiştir.
O yüzden Theo’yu değil, kendi içindeki boşluğu kaybeder.

Filmin ortasında, küçük bir sahne vardır:
Ivy gece uyanır, evin içinde sessizce yürür.
Theo’nun çalışma masasındaki kırışık bir kâğıdı düzeltir.
Sonra, durur.
Eli havada kalır.
Sanki bir zamanlar sevdiği adamın yerinde kendisi vardır.

Son sahneye gelindiğinde, artık hiçbir söz kalmaz.
Evin içi sessizdir ama her köşesi geçmişle doludur.
Bir an, Ivy’nin elindeki şamdan düşer; mum devrilir, masa örtüsü tutuşur.
Yangın sahnesi, dışsal bir felaket değil, içsel bir katharsistir.

İkisi de çıkış kapısına kadar gelir, ama kimse dışarı adım atmaz.
Çünkü bu yangın, onları yakmak için değil, maskelerini ve aralarındaki sınırı kaldırmak içindir.
Alevlerin arasında birbirine bakan iki yüz, ne öfkelidir ne korkak, sadece çıplak.
Ve kamera yavaşça uzaklaşırken, o çıplaklık bir tür özgürlük hâline gelir.

Aşk, bazen birbirinden ayrılmak değil, aynı ateşte yanmayı seçmektir.
Film tam da bunu söyler:

Birlikte yanmak, yalnız yanmaktan daha insancadır.”

Yangından sonra kalan tek şey bir masa, bir bıçak ve bir boş sandalye.
Ama o masa, artık bir savaş alanı değil; bir mezar taşına dönüşmüştür.
Bıçağın parıltısında, ikisinin de siluetleri kaybolur.

Belki Ivy, o yangından sonra yeniden doğar.
Belki Theo, külün içinde kendi sesini duyar.
Ama film bize bir cevap vermez, çünkü evliliklerin, aşkların, hatta benliklerin bir sonu yoktur; yalnızca dönüşümleri vardır.

Yönetmen Jay Roach, The Roses ile evlilik trajedisini bir kara komediye değil, bir varoluş ritüeline dönüştürür.
Bazen bir ilişki, insanın aynasıdır, bazen de mezarı.
Ama her ikisinde de insan, kendini görmeden yaşayamaz.

Son Söz

The Roses, yanmayı anlatır, ama o alevde bir tür arınma vardır.
Ivy’nin mükemmelliği, Theo’nun eksikliğiyle yan yana geldiğinde bir bütün oluşturur.
Film, “Aşk mı, güç mü?” sorusuna net bir yanıt vermez; çünkü aşk, zaten gücün ötesindedir.

Son karede ev yanarken, biz seyirciler kendi içimize bakarız:
Kiminle yanmayı göze aldık?
Ve hangimiz, hâlâ küllerin içinde bekliyoruz?

Bir ev yandı bu gece
Ne duvar kaldı, ne sözcük
İki nefes, birbirine karıştı
Ve küller, birbirinin adını söyledi sessizce

Bir kadın vardı, düzenle örülmüş
Bir adam, sessizlikle yorgun
Birbirine dokunmadan yaşadılar
Ama aynı alevde, aynı korkudan doğdular

Camdan bir masanın üstünde
Bir bıçak parladı, bir gölge sustu
Aşk mıydı bu, yoksa bir yanılgı mı 
Kim bilir, belki her aşk biraz yanılgıdır

Şimdi o evin yerinde rüzgârlar esiyor

Gül kokusu gibi, eksik, ama kalıcı
Küllerin içinden bir ses duyuluyor hâlâ:

Birini sevmek, onunla gül bahçesi olmayı da kül yığını olmayı da sevmektir.”

Hülya Bilge GÜLTEKİN