Hatice GÖRGEÇ; PSİKODİNAMİK YAKLAŞIMLA TİYATRODA KARAKTER İNŞASI 

0

Sigmund Freud’un kuramsal temellerini attığı yaklaşım, bilinçdışının etkilerini ve çocukluk deneyimlerinin yetişkin yaşamdaki rolünü incelemeye odaklanır. Psikodinamik yaklaşıma göre, bireyin dürtüleri, çatışmaları ve savunma mekanizmaları, duygularını, düşüncelerini ve davranışlarını şekillendirir. Bilinçdışı arzu ve korkular, çocukluk döneminde bastırılarak bilinçdışına itilir ve bireyin yaşamında çeşitli şekillerde ortaya çıkabilir. 

Freud’un bilinçdışı kavramı, sanat ve edebiyat üzerinde etkisini gösterir, sanatsal ve edebî yaratımların anlaşılmasında da önemli bir rol oynar

Özellikle edebiyatta, Freud’un psikanalitik kuramı karakter analizlerinde kullanılır. James Joyce, Franz Kafka ve Virginia Woolf gibi yazarlar, bilinç akışı tekniğiyle karakterlerinin iç dünyasını taramaya koyulurlar. Freud’un rüya analizi ve bastırılmış arzular teorisi, edebi eserlerde semboller ve metaforlar aracılığıyla kendini gösterir. 

Sanatta psikodinamik yaklaşım, sanat terapisi alanında önemli bir yer tutar. Sanatçılar, bilinçdışı duygularını resim, heykel veya performans yoluyla dışa vurabilirler. Psikodinamik sanat terapisi, kişinin kendi dünyasını yansıtmasına ve çatışmalarını anlamasına olanak tanır. 

Bu yaklaşımın tiyatroya etkisi de büyüktür. Oyuncular, karakterlerinin bilinçdışı motivasyonlarını anlamak için psikodinamik tekniklerden faydalanmışlardır. Stanislavski sisteminde, oyuncuların karakterin psikolojik durumunu anlamaları için “Duygusal hafıza” tekniğiyle, oyuncuların kendi geçmiş deneyimlerinden yararlanarak sahnedeki duyguları daha gerçekçi bir şekilde ifade etmelerine yardımcı olması gibi veya Meisner tekniğinde oyuncuların anlık tepkilerine odaklanmasını teşvik eden tekrarlama egzersizleriyle, bilinçdışı duyguların ortaya çıkmasını sağlayarak sahnedeki doğal etkileşimi güçlendirmeye çalışmak gibi örneklemeler yapılabilir. Keza Lee Strasberg’in metod oyunculuğunda da Freud’un bilinçdışı kavramlarından ilham alarak, oyuncuların karakterin zihinsel gel gitlerini çözümleyip hissetmelerini amaçlar. Oyuncular, karakterin psikolojik durumunu kendi deneyimleriyle birleştirerek sahnede daha yoğun bir performans sergiler. Yine Michael Chekhov tekniğinde, bilinçdışı imgeler ve fiziksel hareketler aracılığıyla karakterin psikolojik çözümlemesine odaklanılır. Oyuncular, karakterin iç dünyasını fiziksel jestler ve sembollerle ifade eder.

Psikodramada da oyuncuların, bilinçdışı eğilimleri sahne üzerinde deneyimlemesine yardımcı olur. Jacob Moreno tarafından geliştirilen bu teknik, terapötik bir yaklaşım olarak da kullanılır.

Psikodinamik bakış açısı, karakterlerin yalnızca yazılı metinlerle değil aynı zamanda bu metinlerin ardında yatan bilinçdışı çatışmalar, savunma mekanizmaları ve benlik mücadelelerinin de analiz edilebileceğini ortaya koyar. 

Psikodinamik teorinin tiyatroda uygulaması, öncelikle Freud’un id, ego ve süper ego kuramıyla başlar. Freud’a göre, bireyin davranışları, bilinçdışında yatan dürtüler, arzular ve travmalar tarafından belirlenir. Bu çerçevede, bir karakterin derinliği, onun bilinçaltındaki çatışmaların sahneye yansımasıyla ortaya çıkar. Örneğin; Shakespeare’in Hamlet oyununda, “To be or not to be, that is the question” repliği varoluş kaygısı, kararsızlık ve bastırılmış duyguların dramatik bir örneğini sunar. İzleyici karakterin nuanslı psikolojisine davet edilir. Bu sahne Freud’un “bastırılmış arzu” kavramının tiyatroda yeniden yorumlanması gibidir. Hamlet, bu sözleri söylerken yaşamı sürdürme isteğiyle ölüm arzusunun arasında gidip gelmenin ötesinde, bilinçdışı düzeyde, varoluş yüklerinin, bilişsel çelişkilerin ve bastırılmış duyguların yarattığı gerilime de temas eder. 

Psikanalitik açıdan bu replik, Hamlet’in iç dünyasında Eros (yaşam dürtüsü) ile Thanatos (ölüm dürtüsü) arasında mücadele ettiğini, denge kurmaya çalıştığını gözler önüne serer. Hamlet’in bu monoloğu, geleceğe dair belirsizlik ve ölümün getirdiği bilinmezlik korkusunu da açığa vurur. İzleyici, karakterin hem bilinçli hem de bilinçdışı motivasyonlarını, bastırılmış umutsuzluk ve umudun bir arada var oluşuna dair ipuçlarını fark eder.

Bu ve aşağıda Arthur Miller ve Tennessee Williams’ın oyunlarındaki örneklemelerden hareketle, analitik psikolojinin kurucusu olarak bilinen Jung’un kolektif bilinçdışı ve arketip teorilerinin de tiyatroda karakter inşasında önemli bir yer tuttuğunu görebiliriz. Jung, insan ruhunun evrensel imgeler ve mitolojik yapı taşlarıyla donatıldığını savunur. Bir karakterin, kahramanlık ya da gölge yanlarını sergilemesi, izleyiciye hem bireysel hem de evrensel bir deneyim sunar. Bu durum, tiyatroda karakterin evrensel temsillerini oluşturarak, seyircinin kendi iç dünyasındaki benzerlikleri sorgulamasına neden olur. “Bir karakterin gerçek derinliği, yüreğinde taşıdığı bastırılmış duyguların sahneye yansımasıdır,” sözü, Jung’un arketip anlayışının tiyatro oyunculuğundaki yansımalarını özetler niteliktedir.

Arthur Miller’ın Satıcının Ölümü oyununda, Willy Loman’ın “I am not a dime a dozen!” (Ben sıradan biri değilim şeklinde çevrilebilecek) repliği ele alınabilir. Bu ifade, Willy’nin toplumsal beklentilere karşı geliştirdiği savunma mekanizmasını gözler önüne serer. Willy Loman, toplumun kendisine biçtiği değer ölçüsüne ve kendi benlik algısına dair sürekli bir mücadele içindedir. Kendisini evrensel olarak değersiz, sıradan biri olarak görme korkusuyla, toplumsal beklentilerin ve kendi idealize ettiği benlik algısının arasında sıkışıp kalmıştır. Bu replikte kullandığı vurgu ve ton, aslında onun derinlerde sakladığı güvensizlik, yetersizlik hissi ve sürekli kendini kanıtlama çabasıyla ilişkilidir. Psikodinamik bakış açısıyla incelendiğinde, Willy Loman’ın bu sözü, övünme ihtiyacı ve aynı zamanda bastırılmış öfke ve kıskançlık duygularının bir yansıması olarak yorumlanabilir. Bu cümle, onun kendisini ifade etme çabasıyla, aynı zamanda bastırılmış öfke, yetersizlik hissi ve değersizlikle yüzleşme arzusunu da simgeler. Çocukluk döneminden süregelen “benlik değeri” eksikliği ve toplum baskısına karşı oluşturduğu savunma mekanizmasının bir yansıması olduğu söylenebilir. Willy, dış dünyaya karşı yaratmak istediği maskeyi korumaya çalışırken, aslında kendi benliğiyle de sürekli bir çatışma içindedir, bu da onun trajedisinin temelini oluşturur.

Tennessee Williams’ın Arzu Tramvayı oyununda ise Blanche’ın “Her zaman yabancıların iyiliğine güvendim” repliği, karakterin geçmişte yaşadığı duygusal travmalar ve terk edilme korkusu ile nasıl başa çıkmaya çalıştığını ortaya koyar. Blanche, yaşamı boyunca deneyimlediği hayal kırıklıkları ve yalnızlık hissiyle, kendini korumak amacıyla başkalarının merhametine sığınma ihtiyacı hisseder. Bu savunma mekanizması, onun aslında kendi değerini ve kimliğini sürekli sorgulamasına neden olur. Blanche’in bu repliğiyle, bastırılmış acı ve terk edilmişlik duygusuna bir gönderme yapıldığına, çocukluk ve gençlik dönemine ait duygusal yaraların, yetişkinlikte yeniden gündeme gelerek bağımlılık biçimine dönüştüğüne ulaşılabilir. Böylece, Blanche’in sözleri yalnızca yüzeysel bir nezaket ifadesi değil, aynı zamanda varoluşsal bir sancının, geçmiş travmaların ve duygusal boşlukların sahneye yansımasıdır.

Yukarıdaki örnekler, tiyatro metinlerinde yer alan repliklerin nasıl birer psikolojik gösterge olabildiğini ortaya koyar. Hamlet’in varoluş krizi ve sorgulayışları, Willy Loman’ın iç muhakemeleri ve Blanche’in savunma mekanizmaları, oyuncuların seslendirdiği sözlerin arkasında, bilinçaltının ince dokusunu sergileyen ipuçları barındırır. Her bir replik, karakterin geçmiş deneyimlerinin, bastırılmış duygularının ve ruhsal çekişmelerinin bir yansıması olarak değerlendirilir. Bu yönüyle tiyatro, sadece bir hikâye anlatımı değil, aynı zamanda bilinç katmanlarına dair çözümlemeler yapma imkanı sunan zengin bir laboratuvara dönüşür. 

Tiyatro metinlerinde yer alan bir şeye işaret eden replikler aracılığıyla yapılan psikodinamik tespitler, karakterlerin sadece sözlü ifadeleriyle değil, aynı zamanda duygusal yapılarına ve bilinçdışı çatışmalarına dair geniş bir ipucu verir. Bu tür analizler, geleneksel dramatik yapıların ötesine geçerek, seyirciye karakterlerin özbenlik gerilimlerini ve mücadelelerini anlama fırsatı yaratır. Dolayısıyla, tiyatronun gücü, metinlerin ve repliklerin ardında yatan insanî dramı çözümleme kapasitesinde yatar. Bu da hem performansa hem de izleyicinin deneyimine “gerçeklik” katmasını sağlar. 

Hatice GÖRGEÇ