Anlaşılan, çözüm süreci diye adlandırılan gelişmeler, halkı kutuplaştırma, yeni tartışma ortamları yaratma konusunda şimdiye kadar yaşananların ötesine geçecek.
Bu kez tartışmalar ve ayrılıklar boyut değiştirdi; PKK’nın “kendini fesih” dediği açıklamasıyla üst aşamaya taşındı.
Üst aşama, “ silah bırakırım ama…” diye ileride gündeme getirileceği açık bir dizi “koşul” içeriyor.
Lozan öncesi, 1924 anayasası öncesi, soykırım girişimleri, vs..vs..
İleride gündeme getirileceği açık dediğim, “madem biz kendimizi feshediyoruz, Lozan anlaşmasını ve 1924 anayasasını feshedin, soykırım yaptığınıza evet deyin, anlaşalım”
konusudur.
Üstelik, şu anda Türkiye sınırları içinde hareket olanakları çok kısıtlı olduğundan, bunu kimden aldıkları belirsiz bir temsil yetkisiyle, “hariçten gazel okuyarak” yapıyorlar.
Öte yandan, her zaman gönülden destekçileri gibi olan bir takım liberaller, “Türkler Kürtleri ezdi, perişan etti” söylemini Türklerin de “resmi görüşü” olarak kabul ettirmeye çalışıyorlar.
Hatta birisi, birkaç gün önce “sol muhalif Türkler, Kürt meselesi söz konusu olunca birden bire koyu milliyetçi kesiliyorlar!” diyebildi.
Bu ülkede yüzyıllar süren bir “birlikte yaşam” kültürü varken, Osmanlı döneminde devletin yönetim kadrolarından uzak tutulan, ana dilleri resmi devlet dilinden ayrı kalmış Türklerle Kürtler arasında yaşanmış büyük çaplı çatışmalar söz konusu değilken, bunu yapıyorlar.
Güneydoğu Anadolu’da, darbe dönemlerinde, sıkıyönetim ve olağanüstü hal rejimlerinde devletin resmi gücünün Kürtler üzerindeki insanlık dışı baskılarına pek çok kez tanık oldum.
Ancak, yine o sıcak yıllarda, PKK terör örgütünün Kürt köylülerine vahşi saldırılarıyla da karşılaştım.
Andığım dönemlerde cezaevlerinde tutuklu ve hükümlülere yapılan dışkı yedirmeye varan işkenceler, 40 yıldır faili bulunamayan cinayetler herkesin malumu.
Hatta, bu baskıların terör örgütünün işine yaradığı, en ağır işkencelerin yapıldığı Diyarbakır cezaevine ufak tefek suçlar yüzünden girenlerin terörist olmaya yöneldiği hep konuşulur.
Öte yandan, o zamanların PKK terör saldırıları da “tek tarafa yönelik” değil.
PKK, terör eylemlerini yalnızca askere-polise, büyük kentlerdeki etnik kimliğini bile bilmediği sivil insanlara yöneltmedi.
Aynı zamanda, “emirlerini” dinlemeyen Kürtlere ya da korucu Kürt köylerine yöneltmiş, saldırıları sonucu “kendi halkından düşman bellediği” köy evlerini, içlerindeki “soydaşlarıyla” birlikte çayır çayır yakmış bir kanlı örgüt.
Devlet köyleri boşaltıp göçe zorladı derken, PKK’nın da göçe zorladığı köylüler yok muydu?
Sonuçta, feodal ağalık düzeninin aşiret ağaları sisteminin bir kısmı ya korkudan ya da kendi hesapları için bugün “reel sosyalizmin etkisiyle harekete geçtiğini” iddia eden PKK’yı desteklediler.
Bu aşiretlerden bir kısmı ise değişik hesaplarla korucu olarak devletin yanında yer aldılar.
Çatışmalarda güvenlik güçleri binlerce şehit verdi, PKK militanları (kendilerine gerilla diyorlar) dahil on binlerce kişi hayatını kaybetti.
Bütün bu çatışma süreci içinde bazı münferit hadiseler hariç, Türklerle Kürtler çatışıyor denebilecek bir ortam oluşmadı.
Üstelik, köy boşaltmaları sonucu sayıları onbinlerle ifade edilebilecek Kürtler, batının büyük kentlerine, tatil yörelerine yerleşmiş, eskisinden daha yakın komşular olmuşlardı.
Orta vs Batı Anadolu’da Türk ya da Çerkez, Tatar, Arnavut gibi etnisitelerden köylüler, şehirleşme akımıyla köylerinin yarısına yakın bölümünü terketmişlerdi.
O terkedilen köylerin bazılarının boşalan evlerine göç eden Kürtler yerleşti, tarımla uğraşıp ekmeklerini çıkarmaya başladılar
İlk zamanki alışma döneminde ufak tefek sürtüşmeler dışında önemli bir olay meydana gelmedi.
Sonra alıştılar.
Aslında bu ülkeye yapılacak en büyük kötülük, etnik topluluklardan birini zulüm gören, ezilen olarak gösterirken, diğerini ezen, zulmeden olarak nitelendirmektir.
İşte o zaman, durumu her türlü emperyalist müdahaleye açık duruma getirirmiş olursunuz.
PKK’nın ve anlaşılan bundan sonra aynı çatı altında olmayı planladığı Suriye’deki benzerlerinin, Amerikan silahları ve eğitmen kadrolarıyla “desteklenmesini” anlayışla karşılaştırmış, meşrulaştırmış olursunuz.
Onlar vasıtasıyla Gazze’deki, Lübnan’daki, Suriye’nin güneyindeki İsrail’in Türkiye-Irak-İran çizgisini de kontrol etmesinin önünü açmış olursunuz.
Bunu bilmeden yaparsanız zararlı bir aymazlık, bilerek yaparsanız da bölgedeki Kürtler başta olmak üzere bütün halklara düşmanlık ediyorsunuz demektir!
Zira, Ortadoğu denilen bu bölgede, ABD emperyalizmi ve İsrail’in en büyük dileği, yerleşik halkları birbirine düşman etmek, onları kendi sömürgeci çıkarları için kullanmaktır.
Çünkü ne Kürtler umurlarındadır, ne Gazze’deki çocuklar, ne Araplar, ne Türkler
Sadece kendi çıkarlarına hizmet edenlere, bu hizmetleri devam ettiği sürece destek olurlar, sonra bir günde siler atarlar.
Uzağa gitmeye gerek yok, Türkiye’de peşinden kanlı faşist dönemler getiren darbelere bakmak yeterli!
Hepsi de NATO’ya mutlak bağlılık, Amerikan yönetimlerine sadakat gösterileriyle iş başına gelmiş, Türk- Kürt demeden tüm halkın üzerinden silindir gibi geçmişlerdir.
Üniversitelerde 68 kuşağı olarak tam bağımsız bir ülke için, emperyalizmin ülke üzerindeki tahakküm kurma girişimlere karşı eyleme geçen “solcu”gençlerin çok büyük bölümü Türk’tür .
İşte o dönemin sol muhalefeti içinde yer alan Kürt gençlerle kurdukları iletişim sonucu, güney doğudaki devlet baskısı ilk kez dile getirilip protesto edilmiş, Türk ve Kürt sol muhalefeti, bugünün liberallerinin iddialarının aksine, çok doğal bir ideolojik birliktelik içinde hareket etmiştir.
Tüm sol muhalefet mensupları, kendilerini “yurtsever” olarak tanımlamışlardır, ki bu, Türk milliyetçiliğine karşı olup Kürt milliyetçiliğini doğal gören eski solcu çevrelerin hoşuna gitmez!
Gençlik hareketlerine ve sol’un sendikal örgütlerde güç kazanıp 16-17 Haziran 1970 gibi eylemlerine karşı 12 Mart darbesi yapılmış, tüm ülke cezaevleri, Türk-Kürt olduklarına bakılmaksızın, solcu diye tanımlanan gençler, işçiler, bilim insanları, Aydınlar, üniversite hocalarıyla doldurulmuştur.
Hepsine eşit cezalar verilmiş, eşit işkenceler yapılmıştır.
Bundan 54 yıl önce, 12 Mart rejiminin gelmesinden birkaç ay sonra, işçiler, sendikacılar, aydınlar tarafından kurulan, sol muhalefetin parlamento’daki öncüsü Türkiye İşçi Partisi, bir büyük kongre kararında Kürtlere her türlü baskıya son verilmesi ve insanca yaşamalarının sağlanması istendi diye kapatılmıştır.
Yani Kürt sorununu ilk dile getiren de 2 binli yılların emperyalizm hayranı liberalleri değildir.
12 Eylül döneminde de asılanların etnik kimliğine de bakılmamıştır.
PKK’nın “silahlı mücadele” amacıyla kuruluşu, bölge halkından kaynaklanan hiçbir temsil yetkisine dayanmamaktadır.
Tam tersine, 68 kuşağını bölerek sol muhalefeti dağıtma, Kürt milliyetçiliği zarfını atarak iğdiş etme girişimlerinin en önemli bir parçası olarak görülmelidir.
1984 sonrası terör eylemlerinde de PKK, bölge halkı üzerinde “toplumsal terör” uygulamış, böylece yoksul insanların zaten kısıtlı olan kaynaklarını gasp etmiştir.
Yani, PKK, hem Türk halkına hem Kürt halkına karşı suçludur.
Bugün, sütten çıkmış ak kaşık gibi Lozan öncesinden söz etmesi, düşman tarafından işgal edilmiş Türkiye’nin sonuna kadar anti-emperyalist kurtuluş savaşını tarihten silmeyi amaçlamaktadır.
1924 anayasası öncesine atıf yapması, doğrudan laiklik ilkesine saldırıdır.
Hem bu ortak vatan deyip hem soykırımdan söz etmesi, hiçbir gerçekliği bulunmayan bir söylemdir ki, bugün Türkiye’de yüzdesi artan Kürt nüfusu bunun kanıtıdır.
Öte yandan, kendisini Kürt halkının temsilcisi olarak gören DEM partiye düşen bir görev vardır.
Devlet ile PKK arasında mesaj iletişimi sağlamaktan başka işlevi, inisiyatifi olmayan görüntüden bir an önce kurtulmaktır görevleri.
Kınanması gerekeni kınamak, lanetlenmesi gerekeni lanetlemek, meşru zeminlerde halkın talep ve ihtiyaçlarını dile getirmek ve ne iktidar yanlısı ne muhalefet olma görünümünden çıkması gerekir.
Zira, hem genel hem yerel seçimlerde aldığı oylarla, PKK’nın kendinden menkul temsil gücünden çok daha fazla yetkiye sahiptir.
Bunun farkına varmalı, hem ağalık düzeninden, hem soldan, hem bünyesinde var olduğu iddia edilen terör sempatizanlarından oluşan yapıyı, gerçek bir siyasal oluşuma çevirmelidir.
Coşkun KARTAL
