Mehmet Cemal BEŞKARDEŞ
BOĞAZİÇİ’NDE İLK KEZ KILIÇBALIĞI AVINA ÇIKIYORUM
Boğaziçi’nin kadîm semti Yeniköy’de yaşadığımız 1950’li/1960’lı yıllarda ortaokul ve lise eğitimimi aldığım İstanbul Alman Lisesi’ne her sabah saat 06.30’da Yeniköy Vapur İskelesi’nden kalkıp Rumeli yakasındaki iskelelere uğrayarak Galata Köprüsü’ne giden vapurla ulaşırdım…
Karaköy’den bindiğim Tünel’in İstiklâl Caddesi’nin başındaki istasyonunda indikten sonra Şahkulu Bostan Sokağı’ndaki kapısından okuluma girerdim…Derslerimiz saat 08.00’de başlar, saat 13.00’de son zilin çalmasıyla 6.dersimiz sona erer ve okulun kapısı kapanırdı…
O günkü havama göre ya tekrar Köprüye iner, Boğaz’ın Rumeli yakasındaki iskelelere uğrayarak giden Şehir Hatları vapuruna biner, eve dönerdim…Ya da arkadaş grubumla Beyoğlu’ndaki sinemalarda oynatılan haftanın iyi filmlerinden birine giderdik. Sinemadan çıktıktan sonra ya ünlü İnci Pastanesine gider “profiterol” yerdik, ya da ünlü Markiz Pastanesine gidip ünlü pasta çeşitlerinden tadardık…
Vapur yolculuklarım sözün tam anlamıyla müthiş keyifli ve dinlendirici geçerdi. Çünkü bir saate yakın süren o dönüş yolunda ertesi günün dersleriyle ev ödevlerimi hazırlama olanağını bulurdum püfür püfür esen Boğaz havasına karşı…
Sabahları tarihî Yeniköy Vapur İskelesi’ne geldiğimde sıklıkla iskelenin üzerinde hemen dikkatimi çeken telaşlı bir hareketlilik çarpardı gözüme…

Yeri gelmişken sabahın ilk saatlerinde başlayan ve vapurun yanaşıp kalkışına kadar süren bu çok hareketli ve renkli sahneyi gözlerinizin önüne getirmeye çalışacağım…
Her sabah, daha gün ışırken, Boğaz iskelelerine uğrayan vapurlara, o iskelelerin üzerine getirilerek dizilmiş bulunan su ürünleri ve tarımsal ürünleri görürdünüz… Örneğin Kavaklar, Sarıyer, Beykoz ve Yeniköy’deki dalyanlardan ve balıkçı kayıklarından bırakılan sandıklar, çevalyeler, sepetler dolusu boy boy, çeşit çeşit balıklar, istakozlar, karidesler, vb. yüklenirdi. Yeni avlanmış balıklar ve deniz ürünleri o zamanlarda Karaköy-Perşembe Pazarı sahilindeki Balıkhane’ye bu erken saatlerde giden vapurlarla sevk ediliyorlardı…

İskelenin üzerinde balıkların yanısıra çevredeki çiftliklerden getirilen yeni toplanmış bostan ürünlerinin, çeşit çeşit, rengârenk, sebze ve meyvelerin de vapura süratle yüklenmesinin ardından Boğaz’ın her iskelesinden Köprü’ye, yâni Eminönü – Sirkeci yahut da Karaköy – Tophane’deki işlerine giden emekçiler, memurlar, iş sahipleri ve esnaf, hep birlikte, yan yana binerlerdi bu emektar vapurlara…Düşünün, gözünüzün önüne getirin bir kere: Denizden yeni çıkmış balıklar ve midye, istakoz gibi su ürünlerinin; tarlalardan ve ağaçlardan yeni toplanmış sebze ve meyvelerin yan yana dizilerek yüklendiği sabahın o ilk vapurlarına aynı anda her kesimden, her meslekten Boğaz halkı da biniyordu…Vapurlarla işlerine gidip dönen çalışanlarla, patronlar, okullarına giden öğrenciler birbirleriyle selâmlaşırlar, insanların arasındaki iyi komşuluk ve yol arkadaşlığı ilişkileri göze çarpardı…
Bir Mayıs sabahı iskeleye geldiğimde az ileriye bakınca derya kuzusu gibi yerde yatan görkemli, kocaman bir kılıçbalığını ve yanındaki daha küçük boylarda olanları gördüm vapura yüklenmesi için dizilmiş, diğer balıkçı çevalyeleri ve sandıklarının yanında…O kadar büyük bir kılıçbalığını daha önce hiç görmemiş, balıkçılardan da duymamıştım…

Tam o sırada bu balıkları Balıkhane’ye bir an önce sevketmek için koşturan Yeniköy’ün öncü madrabazı (balık tüccarı) Karakaş Kardeşlerin en küçüğü, Yeniköy’ün Delisi lâkabıyla bilinen çıplak ayaklı balıkçı Paminando’yu gördüm. Merakla ona sordum önümden geçerken: “Paminando Abi, bu koca kılıçbalığı nerede avlandı acaba? Bu kadar büyüğünü ilk kez görüyorum!..”
Paminando’nun cevabını hayretler içinde karşıladım: “Memo Bey, bunlar dün gece Yeniköy – Paşabahçe arasında ağlara takıldılar, onların azman olanını büyük güçlüklerle uğraşarak alamanalara (kayıklara) aldılar…”
Paminado’yu dinlerken o anda beynimde bir şimşek çaktı: Bizim Köy’ün açıklarında yapılan kılıçbalığı avcılığına bir gece ben de mutlaka katılıp bu büyük av heyecanını yaşayacaktım…Ama nasıl?..
Önce gece yapılacak bu büyük ve maceralı avcılığa deneyimli avcılık ekibinin arasında katılabilmem için ebeveynimden izin almalıydım…Fakat bunun çok zor olacağını biliyordum…

Bu arada tanıdığım usta balıkçılara sorarak kılıçbalığı avcılığı hakkında küçük bir araştırma yaptım kendimce…
Öğrendiğime göre, Boğaz’ın belirli yerlerinde bu avcılık özel ağlarla şöyle yapılıyormuş:
Bu çeşit av bilhassa Boğaziçi’nde Bariyer’den (Kavakların arasında) itibaren Beykoz, Paşabahçe, Çubuklu, Kanlıca, Yeniköy, Baltalimanı önlerindeki voli mahallerinde yapılırmış. Kılıçbalığının ağ ile tutulması için ‘sakin ve karanlık geceler’ seçilirmiş. Bunun sebebi, kılıçbalığının karanlık, yakamozsuz gecelerde, avını takip ederken ağları görmeyip takılmasının amaçlanmasıymış… Kılıçbalığının gözleri çok keskin olduğundan gerek mehtaplı ve gerekse yakamozlu gecelerde ağı göreceğinden ağa doğru gelmeyeceği için bu suretle hassas bir planlama yapma zorunluluğu varmış…
Kılıç ağlarının bir yakası mantarlı diğer yakası da ağ suyun içerisinde dibe doğru dursun diye bir halatla bağlı olurmuş. Kılıç ağlarında kurşun yerine bu halat kullanılır ve ağın mantarları, bu halat kurşun kadar ağırlık vermediğinden, kısmen suyun yüzünde kalırmış…
Kılıçbalığı, yemlenmek için ufak balıkları takip ederken, bunların ağın gözlerinden geçip gitmelerinden sonra, ağı görmeyerek kılıcı ve üst yüzgeciyle gözeneklere takılırmış. Halatla temas eder etmez dönüp kaçmak ister, fakat bu sefer de kuyruğu ağlara takılır kalır, kıskıvrak yakalanırmış…

Ağın bir ucundaki ip sandalın içerisinde olduğundan bu ipin şiddetle çekilmesiyle balıkçı tayfası balığın tutulduğunu anlar ve hemen sanki oltaya takılan bir büyük balık imiş gibi idareye başlanırmış…
Yâni balık kuvvetle asıldıkça ip yeterince serbest bırakılır, balık kendini bıraktıkça da ip çekilir, toplanırmış…
Balık bu mücadelesinde iyice yorulduğu vakit esasen sandalın yanına kadar gelmiş durumda olurmuş. Bu esnada sudaki ve sudan hemen çıkan balığın kılıcı fevkalâde keskin olacağından tayfalar balığı kılıcından asla el ile tutmazlarmış. Balığın kuyruğuna kalınca bir ilmek atılarak ve hem kuyruğundan hem de kılıcından (fakat burasından ya ağlarla veya bir çuvalla) tutularak tercihan bir baygınlık ânında sandala alınır ve ay şeklinde kıvrılarak kayığın başaltına yatırılırmış. Can çekişiyor dahi olsa balığı kayıkta uzunlamasına bırakmak çok tehlikeliymiş, zira pek güçlü olan hayvan kuyruğu ile darbeler vurarak sandalın içinde tahribat yapabilirmiş…
Aynı ağla bir geçişte bir kaç kılıçbalığının birden de tutulduğu görülürmüş…
İşte bu fevkalâde heyecanlı ve riskli avcılık hakkında önceden toparlayabildiğim istihbarat ilgi ve merakımı âdeta kamçılayarak heyecanımı doruğa çıkarmıştı…

YAŞASIN!..KILIÇBALIĞI AVINA ÇIKIYORUM
Ebeveynimden bu mecburî izni tek başıma alamayacağımı biliyordum…
Okullar yeni tatil olmuş, kardeşimle birlikte iple çektiğimiz amatör denizcilik ve balıkçılık faaliyetlerimizi yapabileceğimiz tatil günlerimiz nihayet gelmişti…
Yeniköy’ün dalyancılık ve balıkçılık alanındaki pirî, Karakaş Kardeşlerin büyüğü Sokrat Amcama gidip sordum: “Uygun bir gecede Yeniköy açıklarında yapacağınız kılıçbalığı avcılığına benim de kayıklarınızdan birinin uygun bir yanında oturarak avınızı izlememi kabul eder misiniz?..”
Sokrat Amca engin denizcilik ve insanları tanıma yetenekleri ile Yeniköy’ümüzün pek sevilen, sayılan bilge kişisiydi. Aynı Antik Yunanlı adaşı filozof Sokrates gibiydi bizim gözümüzde…Dedelerim, Babam ve Annem onun sürekli belki de en iyi müşterileri arasındaydı…Sokrat Amca bu avcılığa çıkabilmem için gerekli izni onlardan isteyebilecek tek kişiydi…
Uzun sözün kısası, sonunda Sokrat Amca benim için yalnız bir geceliğine ve birkaç saatliğine bu izni kopardı. Artık sırada hangi gece yapılacak avcılığa katılacağıma karar verecekti kendilerine “emanet edilen delikanlı Memo” için…
Ilık bir bahar akşamı Paminando motorla gelip bizim yalıdan beni aldı Annemin sıkı sıkıya tenbih ve uyarıları arasında…
Giysilerim gece avcılığına uygundu üzerimdeki muşamba kaban ve çizmelerimle bir takım olarak…
Karakaşlar, iki adet kancabaş alamanaları ve kılıç ağları takımları ile hazır durumda, Yeniköy Yalıboyu sahilindeki yalılarının önünde bulunan dalyanlarına yakın bir yerde benim gelişimi bekliyorlardı…
Beni kayığa bindirdikten ve kayıkta nerede durmam, avcılığı nasıl izlemem konusunda kısa bir bilgilendirme yaptıktan sonra Sokrat Reis kürekçilere “Vira Bismillah, avımız bereketli olsun, rastgele!..” diye komutunu vererek seslendi. Dörder çifte kürekli alamanalar Beykoz Yalıköy yönünde harekete geçti…
Kireçburnu – Tarabya açıklarındaki Boğaz üst akıntılarına gelince kayıklardan birindeki ağları tayfalar denizin üzerine büyük bir ustalıkla seriyorlardı…Ağların mantar yakalı üst kenarları suların yüzeyinde akıntıyla birlikte Paşabahçe Koyu’na doğru sürüklenmeye başladı…
Kayıkların kürekleri küpeştelerin üstüne muntazam toplanmış, toplam 12 kişilik tayfa takımının ağzına âdeta kilit vurulmuş, ağlara yakın çev rede çıt çıkmıyordu…Sigaralar söndürülmüş, lüks lâmbaları kayıkların içinde kısık ışıkla yanıyordu…
Birinci akışımızda ağlara vuran iri bir balık olmadı…Yâni ilk akışımız boş geçti…
İkinci akışımızda Çubuklu ile İstinye açıklarından Kanlıca ile Emirgân açıklarına doğru yaklaşırken ağların ortalarında, denizin üstünden birkaç metre aşağıda, ağların kuvvetlice çekilmekte olduğunu anladık…Sakin, mehtapsız, rüzgârsız bir havada olmamıza rağmen sanki ağların ortalarında sular ışıklar içinde yanıyordu…Ağlara iri bir kılıçbalığı yakalanmıştı…
Sokrat Reisin talimatıyla tayfalar derhal görev başı yaptılar…
Ağın bir ucundaki ip sandalın içerisinde olduğundan bu ipin şiddetle çekilmesiyle balıkçı tayfası balığın tutulduğu zaten anlamış ve hemen sanki oltaya takılan bir büyük balık imiş gibi idareye başlamışlardı…
Yâni balık kuvvetle asıldıkça ipi yeterince bırakıyorlar, ancak balık kendini bıraktıkça da ipi çekerek topluyorlardı…
Balık saatler süren bu mücadelesinde iyice yorgun düştüğü için esasen sandalın yanına kadar çekilerek kayığa aborda edilmiş durumdaydı…
Bu esnada sudaki bu dev kılıçbalığının boyunu ve ağırlığını kendimce tahmin etmeye çalışıyordum…Şöyle bir salladım: “Sokrat Amcam maşallah, maşallah, bu geçen gün Yeniköy Vapur İskelesi’nde gördüğüm kılıçbalığından bayağı daha büyük…Tahminim bu canavar 2,5 metre boyunda ve 200 kg kadar çeker!..”
Sokrat Reis bu sözlerime gülerek çok kısa bir cevap verdi: “İnşallah senin bu tahminin tutar, bizim de yüzümüz güler!..”
Tayfalar sudan hemen çıkarılan balığın kılıcının fevkalâde keskin olacağını bildikleri için, balığı kılıcından asla el ile tutmadılar… Balığın kuyruğuna kalınca bir ilmek atarak ve hem kuyruğundan hem de kılıcından (fakat bu kısımdan ya ağlarla veya bir çuvalla) tutarak bir baygınlık ânında kayığa aldılar…
Balık ay şeklinde belinden kıvrılarak kayığın başaltına yatırıldı. Can çekişiyor dahi olsa balığı kayıkta uzunlamasına bırakmaktan kaçınırlarmış zira pek güçlü olan hayvan can havliyle kuyruğu ile vurarak sandalın içinde tahribat yapabilirmiş…
Bu arada aynı zamanda ağlara iki adet de ufak ile orta boy arasında (yaklaşık 20 – 25 kg’lık ve 60 – 80 kg’lık):kılıçbalığı daha yakalanmıştı. Bu balıkların ağlardan çıkartılarak kayığa alınması kısa sürdü…

DÖNÜŞE GEÇİYORUZ
Tayfalar artık neşe içinde dönüşe geçtiler…
Canavar balık başaltında bir süre daha can çekişti. Sonunda kımıldamadan öylece kaldı…Diğer balıklar tez zamanda ölmüşlerdi…
Yeniköy Balıkçı Barınağı’na yanaştıktan sonra Paminando beni sabah 06.00 sularında motorla alıp evime bıraktı…Yolda giderken durmadan söyleniyordu: “Ne balıktı ama!..Bakalım ne kadar çekecek ve bize ne kazandıracak???”
Tam yalının rıhtımına yanaşırken gülerek seslendi: “Kalimera si!..Hayda bana eyvallah, ama akşama payına düşeni getiririm!!!”
Son olarak ne dediğini anlamadım ama gerçekten akşama doğru, ikindi çayı saatinde elinde üç koca parça kılıç filetoyla geldi ve “Karakaş Kardeşlerin teşekkürleriyle” diyerek Hatice Bacıma elden teslim etti…
Aslında Sokrat Reis, vermesini bilen eli açık bir insandı…Dalyanında verimli geçen avlardan sonra dalyanı cepheden gören yalılara üçer beşer iri lüfer-kofana ve palamut-torik armağan ederdi “komşularımızın göz hakkıdır” diyerek…
Yeniköy masal gibi bir âlemdi…
Hey gidi günler hey!..

GÜNÜMÜZDE KILIÇBALIĞI AVCILIĞI
İstanbul Boğazı’nda özel ağlarla yapılan kılıç avı günümüzde unutulmuş gibidir…
Deniz kirliliği ve aşırı deniz trafiği yüzünden balık bu av yerlerine girmemektedir.
Nisan’dan itibaren su yüzeyinin ısınmasıyla kılıçbalıkları deniz seviyesine çıktıkları için balıkçılar Marmara Adası, İmralı ve Marmara’nın batı kesiminde bu balığı zıpkınla avlamaktadırlar. Denizin sakin ve görüş açıklığının müsait olduğu günlerde motorla av mahallinde gezen balıkçılar kılıcın yelesini (sırt yüzgecini) su üstünde kollarlar. Balık su yüzeyinde görüldüğü anda motora yaldaşılır ve zıpkını kullanan avcı motorun burnuna yerleştirilmiş uzunca bir kalasın üstüne çıkar. Balığın yakınına geldiğinde bulunduğu yerden zıpkını savurur. Kılıç avında kullanılan zıpkın iki bölümden oluşur; çelikten mamul, ucu sivri ve kulaklı olan zıpkın ve ahşap uzun saplı gönder. Zıpkın bölümü gönderin ucundaki deliğe gömülmüştür ve gönder geri çekildiğinde içinden çıkıp balığın vücuduna saplanmış olarak kalır. Ancak zıpkın bölümünün dibinde bulunan bir halkaya da ip geçirilmiş olup, gönder geri alındığında balığın üzerine saplanmış olan zıpkın ve balık, diğer ucu teknede olan bu ip vasıtasıyla kontrol altına alınır. Zıpkın balığın vücuduna gömülürken kulaklar kapalıdır. Çekildiğinde kulaklar açılır ve gömüldüğü yerden çıkmaz. Zıpkını yiyen balık yol ister ve elde tutulan iple bir miktar yol verilir. Daha sonra yorulan balık bordalanıp içeri alınır. Ülkemizde 15 kilodan ufak kılıçbalıklarının avlanması yasaklanmıştır.

İsmi, üst çenesinin iki tarafı keskin bir kemik halinde vücudunun üçte biri nisbetinde ileri doğru uzanmasına kinaye olarak verilmiştir. Balığın bu kemiğinin yani kılıcının iki yüzü (suyun içinde iken) gayet keskin olup avını bu kılıçla kestikten sonra yer. Dökme kurşundan mamûl çapari iskandilini bile, balık zannederek, ikiye biçtiği görülmüştür…
Sularımızda tutulan kılıçların en irileri nihayet iki, iki buçuk metre boyunda ve yüz, yüz elli kilo ağırlığındadır.

Mayıs başlangıcında görünüp, Karadenize çıkar, Ağustos sonlarında dönmeye başlar. Dönüşünde, Kasım’a kadar avlananları en lezzetlileridir ve en fazla da bu mevsimde av verir. Senenin diğer zamanlarında da avlanırsa da o kadar bol değildir. Yalnız, kışın pek soğuk günlerinde rastlanmaz. Pek güzel havalarda, bütün vücudu ile sudan yukarı sıçradığı görüldüğü gibi ilkbaharda yumurtasını atarken, adetâ suyun yüzüne yatar ve sırt yüzgeci suyun üzerinde hafifçe dalgalanır. Bilhassa Hayırsızada civarında bu esnada zıpkın ile avlanırsa da, bu usul, balığın üreme zamanına tesadüf ettiğinden, balık neslinin mahvına sebep olacağından dinamitle balık avlanması gibi bunun da önüne geçilmesini ilgili ve yetkili makamlardan bilhassa bekliyoruz…
Kılıçbalığı kısmen dalyanlarda, külliyetli miktarda da hususî ağları ile ve yine kendisine mahsus paraketalar ile avlandığı gibi, tesadüfen Orkinos oltalarına da takılır…
Mehmet Cemal BEŞKARDEŞ