Kemal ASLAN/BU DÜNYADAN ORHAN GEÇTİ

0

Kemal ASLAN/BU DÜNYADAN ORHAN GEÇTİ

Bu satırları yazmanın oldukça zor olduğunu biliyorum. Çünkü kardeşimi, dostumu ve meslektaşımı kaybettim. İkimiz de birbirimizin hayatına dokunduk, kesişen ve çatışan yanlarımız oldu. Bunu bilerek, koruyarak ilişkimizi sürdürdük. Ama bu süreç öyle kendiliğinden, kolay oluşmadı. Zaman içinde sınan, emeğe dayalı, farklılıkları da kabul eden bir ilişki.

Her ilişkinin temel dinamiğinde emek vardır. Emek, insanı, insan ilişkilerini güzelleştirir, birbirine yakınlaştırır. Bizim Orhan’la ilişkimizde öyle oldu. Dile kolay 50 yıllık bir mazi var aramızda. Zaman zaman tüm ilişkilerde olduğu gibi küskünlükler, kırgınlıklar, uzaklaşmalar olsa da. Her zaman aramızdaki güçlü bağ dostluk bunların aşılmasını sağladı.

Çıkara dayanan ilişkiler yoktu aramızda. Onu ilk 1973 yılının Ekim Ayı’nda tanımıştım. Okula geç kayıt yapanlardan biriydi. O gün Eskişehir Öğrenci Yurdu’nda maç izlemiştik. Ben o kadar tutkulu değildim. O, Eskişehir’in alt yapısında futbol oynağından severdi. Hatta sevdiği bir kız için takım değiştirmiş Galatasaraylı olmuştu.  Ben çocukluktan beri renklerini sevdiğimden Fenerbahçeliydim.

Okulumuz Fındıkzade’deydi. Birkaç katlı bina, birkaç baraka. Yanda da Aksaray İktisadi Ticari İlimler Yüksek Okulu vardı. 1970’li yıllar… 12 Mart  darbesinden çıkılmış, Ecevit’in CHP’nin yükselişi, sosyalist hareketin canlandığı yıllardı. CHP-MSP koalisyon hükümetinin hayatımıza girdiği, tarihsel uzlaşma olarak adlandırılan bir dönemdi.

Üniversite gençleri olarak bizler de sosyalist etkilenim içinde arayış halindeydik. İlk yıl, hepimiz benzer fikirler taşıyorduk. Öyle ki okulda yapılacak bir eylemle ilgili çoğunluğun görüşü alınıyordu. Sonra hızlıca politize olma dönemi geldi. Sol içinde farklı eğilimler daha çok gün yüzüne çıktı. 1974 yılının Eylül’ünden itibaren  Orhan da memleketten döndüğünde farklı görüşleri savunuyordu. Biz onunla aynı siyasal çizgide hiç buluşmadık. Ben o zamanlar Max Beer’in Sosyalizm ve Sosyal Mücadeleler Tarihi üzerinden İnsanlık tarihi boyunca ideolojik, siyasal, toplumsal mücadeleleri anlamaya anlamlandırmaya çalışıyordum. Bazı arkadaşlarım ise o yıllarda yaygınlaşan haftalık sol dergiler üzerinden analizler yapmaya başlamıştı.Ben o dönemde de şiir yazıyordum. Orhan da.

O dönemde fotoğraf ve sinema ekibi kurmuştuk. 15-20 kişilik bir gruptuk. Orhan da sinemayla o dönemde ilgilenmişti. Aslında Orhan’ın o dönemde savunduğu siyasal çizgi sinemayı, sanatı küçük burjuva olarak nitelendiriyordu. 1975 yılı ocak ayında Kerim Yaman öldürülmüştü. O dönemde İstanbul Üniversitesi’nde bulunun öğrenciler arasındaydık. O, Ertesi gün Yaman’ın cenazesinin çıkarılışı sırasında “Mahir, Sinan, Ulaş Kurtuluş’a kadar Savaş” sloganını ilk atanlardandı.

Gerçi Orhan 1975’in yaz dönemine doğru o siyasal çizgiden ve arkadaşlarından uzaklaştı. Bizim daha önce olan diyalogumuz da bu dönemde daha da arttı. Sanat, edebiyat, sinema üzerine yaptığımız sohbetlerde ortak noktalarımız da vardı. İkimiz de meraklıydık, okuyorduk, öğrenmeye, araştırmaya çalışıyorduk. Karşılıklı tartışıyorduk, arkadaş olmuştuk yani.

O okul yıllarında Ahmet İsvan dönemiydi. Belediyede çalışıyordu. Derslere daha az geliyordu ama sınıfını geçiyordu. Zekiydi. Öyle olmasa İlkokuldan sonra Bilecik Parasız Yatılı Okulunu kazanır mıydı? Bilecik Yatılı Okulu’ndan daha sonra TRT’de benim de çalıştığım ağabeyim baş kameraman Yücel Turan’a tanışıkmış. Gittiğimiz meyhanelerde onların ünlü şarkısı vardı:” Yalel malel maşina…” diye söyledikleri.

Orhan’la daha yakınlaşmamız 1976’da Anadolu Üniversitesi’ne Koray Düzgören hocanın organize ettiği geziyle oldu. O gezi dönüşü onun Fındıklı’da set üstünde kaldığı evde sabahladık. Ertesi günde 1 Mayıs 1976’da Taksim’de düzenlenen etkinliğe katıldık. O da bizimle aynı saflarda yürüdü.

Sonra ders çalışmak için bizim evde toplanırdık 4-5 arkadaş. Sabahlara kadar ders çalışır bazen de babamın rakısından içerdik. Babam her akşam iki kadeh atardı. Sofra kurulmuş ise Orhan dahil arkadaşlarıma da ikram ederdi. Onlar da sevmişti Orhan’ı. Bir gün yaz olmalı. Orhan “ben iyi tırşık yaparım” dedi. Babam da ne malzemeler lazım alalım dedi. İstediği malzemeler alındı. O da itinalı bir biçimde pişirdi. Babam takılmak için “Orhan ne oldu bizim tırşık” derdi. O da “şimdi geliyor Kazım amca” derdi. Bir saati aşmıştı sanırım pişme süresi. Babamın da sabrı tükenmişti. O hemen mutfağa gidip tencereyi tutacakla getiriyordu. Mutfağımız küçüktü. Ancak oturma odasına geçerken hafif yükselti vardı. Orhan onu fark etmedi ayağı takıldı. Yemek odanın içine tencereyle yuvarlandı. O kadar özen vermesine rağmen “tırşıkı tatmak mümkün olmamıştı”. Annem “oğlum, bir şey olmaz yeri temizleriz, sana bir şey olmadı ya” dedi. Babam da “kısmet değilmiş, başka zaman yeriz” dedi. Açtığı rakısından Orhan’la bana da birer kadeh vererek konuyu geçiştirdi. Ama o olaydan sonra annem Orhan’a “Leyla” dedi.  Dalgın, savruk, aşık anlamında. Gerçi o yıl aşıktı Orhan. O da anneme anne derdi ve Leylalığı kabul etti. Telefon Rehberimde adı hala Leyla OT (Orhan Tanakıncı’nın kısaltılması) olarak kayıtlıdır. O günden sonra ailemizin bir çocuğu oldu. Kardeşim oldu yani.

Hayatımız, okul bittikten sonra da kesişti. İkimiz de İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde yüksek lisansa başvurduk. Ben sosyal bilim alanına o televizyon bölümüne. Ödevlerimizi tamamlama konusunda bizim evde buluşur uzun uzun konuşurduk. Nedenlerimiz farklı da olsa ikimiz de  bu bölümleri geç tamamladık.

O, Sami Şeker’in yöneticisi olduğu Sinema TV Uygulama Merkezi’nde film yıkama laboratuvarında bir süre çalıştı.  Bu dönemde Kadıköy’den delegesi olduğu CHP İstanbul İl Kongresinde Nükleer Enerjiye yönelik eleştirisini dile getirdi. O zamanlar Türkiye’de bu konuyu savunan az sayıda kişiden biriydi.

Sonra Ankara’da Köye Ulaşım Projesi’nde çalıştı. Sonra TRT’nin sınav açtığını öğrenince onunla bu bilgiyi paylaştım. Birlikte başvurduk. Aslında ikimiz de yönetmen olmak istiyorduk. Çünkü sinema ve televizyon konusunda o dönemde çıkan kitapları  okumuştuk. Dönemin sinema dergileri Yeni Sinema ve Gerçek sinema -ikisi farklı siyasal çizgideydi- takip ediyorduk. Ancak yönetmenlik sınavı açılmadığından ben muhabirliğe o kameramanlığa başvurduk. İkimiz de 6-7 bin insan arasından 4 sınavla TRT’ye giren 30’ar kişi arasındaydık. Yani ikimiz de meslektaş olduk.

Benim kursum ondan önce başlamıştı. Ankara’da olmalıydım. 45 gün onun, ablası Nurhan ve bankacı Emine’nin kaldığı Konur sokakta zemin katta kaldım. Ankara günlerimiz ayrıydı. Parasız olduğumuz bir gün bir şişe şarabı bardağa koyup çayla hızlı hızlı içip sarhoş olmaya çalışmıştık. Gülerek yapmıştık bunu.  Sonra aşklarımızı konuşmuştuk. Biz onunla 1976’dan sonra onun bizim evimize gelmesinden sonra sırdaş yani dost da olmuştuk.

Benim kursum ondan önce bitmesine rağmen o benden bir hafta önce başladı TRT’ye 14 Nisan’da. Ben ise 22 Nisan’da. Benim, tayinim nedeniyle Taksim’den Ankara’ya uğurlanmamda babam, annem küçük kardeşim Asım’ın yanı sıra o da vardı. Benden sonra birkaç ay daha bizim evde kaldı. Bizimkiler onu oğulları kadar sevdi.

Orhan, bulunduğu ortamlarda kendisini sevdirmeyi bilirdi. Şeytan tüyü mü vardı? Sempatikti. İnsanlara nereden nasıl dokunacağını iyi bilirdi. O zamanlar son yıllarındaki gibi huysuz ve gülümsemesi azalmış değildi.

İstanbul’da çalışırken bir dönem İzzet Öz ile müzik programında ilk klibi çekmişti. O dönem farklı çekim tekniklerini kullanma olanağı bulmuştu. Haber kameramanlığı dışında bilgilerini uygulama fırsatı bulmuştu.

O, 1986 yılında Diyarbakır’a tayin oldu. Bu kez muhabir ve kameraman olarak birlikte nice olaylarda görev yaptık. Birinde bir mayının üzerinden geçen minibüs havaya uçmuş, çocuklar dahil 8 kişi ölmüştü. Olay yerine gittiğimizde kopmuş parmaklar, etrafa dağılmış beyinler, kollar vardı. Ben ağlayarak anons yaptım, o ağlayarak çekim yaptı. Benim o doğal ortamda anlatımıma devam etmem için çekim yaparken el hareketiyle destek olmuştu. İşini severek yapan biriydi.

1986 yılında yoğun kar yağışı vardı. Biz de karayollarının ve o zamanlar kaldırılmayan Köy Hizmetleri İl Müdürlüğü’nün çalışmalarını  yerinde görüntülemek yaşanan zorlukları aktarmak istiyorduk. Çünkü kar yağışı Doğu ve Güneydoğu’da hayatı gerçekten derinden etkiliyordu ama medyada yeterince yakından gösterilmiyordu. Adlar sayılıyordu sadece. İkimizde bunun yerine ekiplerin köylülerin durumunu yakından geçmek için Bitlis’e gittik. Kar kalındığı yer yer 2,5 metreyi buluyordu. Ben röportaj yaparken birden karın içine gömüldüm ama konuşmaya devam ediyorum. O gülerek çekmeye devam etmişti.

Atatürk Barajı göl havzasında su biriktirmeye başlandığından Adıyaman’ın Kahta ilçesi sular altında kalacaktı. Oraya gittik. İnsanlar, panik halinde kaçışıyordu, bir kaos ortamı vardı. O sakindi. Çekimleri ve söyleşileri yaptık. Fakat içine sinmeyen bir durum vardı. Bana “şurada bir küçük tekne var onunla oluşan göl üzerinde çekim yapalım” dedi. “Olur” dedim. En fazla bir buçuk metre uzunluğunda 75 santim genişliğinde bir tekne. Sahilde biraz uzaklaştık. Bir cami minaresine kadar su altında kalmış. Gölün dibinde evler gözüküyor. Ben anons yapacağım. Başlıyorum anlatmaya sonra takılıp duruyorum. Belki onuncu denemeden sonra anonsu tamamladım. O kürek çekerek kıyıya getirdi sandalı. İnince sordum “Orhan, sandal su alıyordu, ayaklarım ıslandı bak. Sen yüzme biliyor musun? Ben bilmiyorum” o, gülerek “ben de bilmiyorum” dedi.  Leyla’ydı. İşini iyi yapmak için ne yapılması gerekiyorsa onu yapardı.

Birini kaybedince insan anılar doluşuyor zihnine. Üstelik bu 50 yıllık arkadaşınız olunca.

Onunla İstanbul’da da bir arada olduk. Önce ben tayin oldum yaklaşık 2 yıl sonra da o. Sonra birlikte 1993’te Azerbaycan’da Haydar Aliyev’e yönelik Suret Hüseyinov’un darbe girişimi sırasında görev yaptık. Bir haftada ikimiz de 20 saat bile uyumadık. 45 gün kaldık. O dönemde Anadolu Ajansı Bakü temsilcisi İzzet Dağıstanlı’ydı.

Daha sonra 1996 yılında Bosna-Hersek’te Dayton anlaşması sonrası gelişmeleri aktarmak için görev yaptık. Orhan, sadece benimle değil çalıştığı herkes ile uyumluydu. Aklına yattığı şeylerin daha iyisi, niteliklisini yapmaya çalışırdı. Muhabiri de bu anlamda önerileriyle yönlendirirdi.

Orhan’la yolumuz 1995 yılında MİHA’da kesişti. İkimiz de mezun olduğumuz üniversitenin ajansına katkıda bulunmak istiyorduk. O, MİHA Görüntülü Bölümün kurucusuydu. Kayıhan Güven Hoca ile beni tanıştırdı. O günden sonra ben de MİHA’lı oldum. O da ben de halkın çocuklarına bildiklerimizi öğretmek için yaz, kış demeden hafta sonları büyük çaba harcadık. Orhan, o  dönemde belgesel sinemacılar derneğinin de kuruluşunda yer aldı. Bazı öğrencilerin de üye olmalarını sağladı. Paylaşımcıydı. O dönemde ikimiz de yetiştirdiğimiz bugünlere ulaşan öğrencilerimiz ile gurur duyduk. Hayat bir başkanın ruhuna dokunmak, onu yürüyeceği yola hazırlamak, o yolda  yürümesini sağlamaktır. Hocalık hayatımız da kesişti.

Mesleki örgütlenme konusunda ikimiz de çaba harcadık O, 1995 yılında Haber Kameramanları Derneği’nin; ben ise 1996 yılında Televizyon Muhabirleri Derneği’nin kurulmasına öncülük ettik.  Yani hayatımız burada da kesişti.

Öğretme metotlarımızda farklılık da olsa. O, bir Fellini yaratma peşindeydi. Ama Rönesansı yaşamamış bir ülkede bu oldukça zordu. Öğrencilerine görsel düşünme ve estetik konusunda farklı bakmaları için çok çaba harcadı. Karşılık bulduğu oldu, bulmadığı oldu.

O, 20 yıl dolunca TRT’den bir gün bile beklemeden emekli oldu. Çok sevdiği hocalık mesleğini Yeditepe Üniversitesi’nde sürdürdü. Sonra Kadir Has Üniversitesi’nde devam etti. Ben 2011 yılına kadar MİHA ve Marmara İletişim Fakültesi’nde ders verdim.

Hayatımız bu kez İstanbul Aydın Üniversitesi’nde kesişti. 2012 yılında kadrolu olarak o da başladı çalışmaya. Birlikte 2014 yılına kadar iyi işler yaptık. Öğrencilerin sevdiği hocalardan biriydi. Tek tek onlarla ilgilenir daha iyi olmaları için onlara yol gösterirdi. Ben 2014 Mayısının sonunda o üniversiteden ayrıldım. Yani emeklilik sonrasında da meslektaşlığımız sürdü.

Yemeyi, içmeyi, adabı bilirdi. Kaliteye düşkündü. Parasını tutamazdı, cebindekini çoğunlukla o gün harcardı. Kibar ve nazikti. Yaşadığı zorluklara rağmen bu özelliklerini hiç yitirmedi. Yaratıcıydı. Şiir yazardı. Memet Fuat 1999 şiir yıllığında onun Sombahar dergisindeki şiirine yer vermişti. İmgesel, güçlü şiirleri vardı o kadar zorlamama rağmen onları toplayıp kitaplaştırmadı. İyi resim yapardı. Diyarbakır’da pastel boyalarla yaptığı resimler etkiliydi. Cazcılar serisi de yapmıştı. Keşke birisini anı olarak alsaydım verirdi.

Entelektüeldi. Herkesin dışında farklı şeyleri okurdu. Amansız muhalif olmayı severdi. Bulunduğu ortamda tartışma çıkarmak için akıntıya ters gelecek düşünceleri savunurdu. Gerçekten öyle mi düşünürdü? Yoksa ortamda varlığını göstermek ya da böyle bir şey de var fikirleriniz ne kadar güçlü haydi savunun bakalım demek için mi yapardı, bilmem. Sözcüklerle oynamayı severdi. Bir gün Çınaraltı’nda yürürken ben ona “senin oyuncakların az olmuş, sözcüklerle oynuyorsun” demiştim, gülmüştü onaylama anlamında.

O bana “plastik” derdi. İlkelerinden taviz vermeyen sert anlamında. Bense ona “lastik” derdim, esneyen, esnemeyi bilen anlamında. Bizim ilişkimiz çatışmalarla beslenirdi. Ama birbirimizi kabul etmiştik ta 1976’dan farklı noktalardan ortak noktalarımızı bulmaya çalışmıştık çünkü.

Ben gelecek yıl onun bizi terk ettiği, sonsuzluğa göçtüğü yaşta akademisyenliği bırakmak istiyorum. Hayat ne getirecek bilinmez.

Her ölüm, o kişiyle ilişkilerimizi, kendimizi, tarihimizi, yaşadıklarımınızı sorgulamaya yol açıyor. Her ölümle artıyor yalnızlığımız. Kaç kişi kaldı benim 18 yaşımdan bugüne kadar geçirdiğim dönüşümü bilen çevremde? Kaç kişi var ki geçmişten itibaren sırlarımı bilen? Sırlarını bildiğim? Kaç kişi var iç dünyamızdaki fırtınaları bilen? İnsan her ölümle yaşlanıyor? Tanıdıkları azalıyor, yalnızlaşıyor.

Ailen sana Orhan dese de sen bizim için Leyla’sın. Önce babam, sonra annem şimdi de sen gittin Leyla. Anılar kaldı geriye. Gülerek anımsadığım, zamanla belki de unutacağım. İyi ki seninle karşılaşmışım, yarım yüzyıla sığan bir arkadaşlık, dostluk, meslektaşlık ve kardeşlik olmuş aramızda. Bir canım gitti, epey eksildim.

Kemal ASLAN/Gazeteci-Yazar

Kemal ASLAN/kentekrani

Youtube Abone Olmak İçin Tıklayınız

www.kentekrani.com 5 Aralık 2023