2026, beklentileri karşılayabilecek bir yıl mı olacak; yoksa insanlığın hayal kırıklıkları hanesine eklenen yeni bir sayfa mı?
Ülkelerin liderleri verdikleri sözlerin arkasında mı duracak, yoksa geride kalan yılı dahi aratacak bir belirsizlik çağını mı inşa edecekler?
Geçmiş yıllarda olduğu gibi küresel siyasetin ağırlık merkezinde yine ABD ve onun tartışmalı liderliği yer alıyor.
2025’in son günlerinde yayımlanan Ulusal Güvenlik Stratejisi ve Venezuela’ya yönelik sert hamleler, Vashington’un önümüzdeki dönemde de güç kullanan bir aktör olmayı sürdüreceğine işaret ediyor.
ABD’yi asıl zorlayacak aktörler değişmiyor; rollerin Rusya, Çin, İran ve Kuzey Kore arasında paylaşılacağı anlaşılıyor.
Ukrayna cephesinde barış söylemleri giderek daha yüksek sesle dile getirilse de savaşın kaderini belirleyecek son sözün Moskova’dan geleceği görülüyor.
Ukrayna’nın, güvenlik garantileri karşılığında toprak kaybını kabullenmesiyle sağlanabilecek bir barış; ABD’nin küresel güvenilirliğini pekiştirirken Avrupa’yı daha yalnız ve savunmasız bir konuma itebilir.
AB’nin güvenlik kaygılarıyla açıkladığı 90 milyar dolarlık yardım paketi ise barış arayışlarını beslemekten çok, savaşın ömrünü uzatma riski taşımaktadır.
Dahası, Rus varlıklarının dondurulması konusunda ortak bir irade ortaya koyamayan AB, siyasal birlikteliğini hala tamamlayamadığını bir kez daha gözler önüne sermiştir.
Atlantik’in diğer yakasında ekonomik cephe yeniden ısınabilir.
ABD’nin Çin’e karşı gümrük vergileri kozuyla korumacılığı artırması, küresel ticaret dengelerini yeniden sarsacaktır.
Çin ise bu baskıyı aşmak için üçüncü ülkelerde üretim üsleri kurarak ABD pazarına dolaylı erişim stratejisini derinleştirmektedir.
Ne var ki oluşan bu yeni küresel üretim haritasında Türkiye, hak ettiği yeri henüz alabilmiş değildir.
Yoksul ancak hızla büyüyen bir ülke olan Hindistan’da yapılacak nüfus sayımı, ülkenin geleceğine ışık tutacak en önemli parametrelerden biri olacaktır.
Orta Doğu’da ise Gazze üzerinden şekillenen planlar İsrail lehine ilerlerken, kalıcı barışın tek yolu olarak görülen Filistin Devleti’nin kurulması ve tanınması ihtimali giderek silikleşmektedir.
Bu tablo, uluslararası sistemin vicdanla değil güçle işlediğini bir kez daha hatırlatırken, Donald Trump’ın Nobel Barış Ödülü’nü kazanma arzusu da gündemi meşgul etmeye devam edecektir.
Gri alanların çoğaldığı, sınırların ve ilkelerin belirsizleştiği bu dönemde ekonomik gerilemeler, Türk halkının geleceğe dair umutlarını zayıflatmaktadır.
2026, Türkiye için diplomatik takvimde kritik bir yıl olacaktır.
NATO, COP31 ve Türk Devletleri Teşkilatı zirvelerine ev sahipliği yapacak olan Türkiye’nin, bu yoğun diplomasi trafiğinden nasıl bir kazanım elde edeceği zirveler sonrasında daha net anlaşılacaktır.
Ancak son yıllardaki deneyimler, küresel görünürlük artsa dahi Türkiye’nin ulusal çıkarları doğrultusunda arzu edilen sonuçlara ulaşmakta zorlandığını göstermektedir.
Gazze’de net bir tutum sergileyen Türkiye’ye karşın, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin İsrail ile kurduğu stratejik ittifak; Ege ve Doğu Akdeniz’deki dengeleri Türkiye aleyhine çevirmektedir.
Buna ek olarak, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin yeni yönetimiyle Ankara arasında yaşanabilecek olası görüş ayrılıkları, bu denklemde Türkiye’nin elini daha da zayıflatma riski taşımaktadır.
Karadeniz’in bir savaş alanına dönüştürülme çabalarına karşı, çözümün ABD ya da NATO eksenli olmadığı gerçeğinden hareketle; savaşan ülkeler nezdinde “tarafsızlık politikası”nın dün olduğu gibi gelecekte de ön planda tutulması gerekmektedir.
Suriye sahasında ise tablo daha da karanlıktır. ABD desteğini arkasına alan PYD/YPG, zayıf ve parçalı bir Suriye yapısı karşısında kazanımlarını derinleştirme fırsatı kollamaktadır.
Bu gelişmeler, Türkiye açısından uzun vadeli ve çok boyutlu güvenlik risklerini beraberinde getirmektedir.
İç politikada dillendirilen “Terörsüz Türkiye” hedefi ise geniş bir toplumsal mutabakat üretmekten uzaktır.
Cumhuriyet’in kuruluş ilkelerini aşındırma riski taşıyan adımlar ve üniter yapıyı tartışmaya açabilecek anayasal değişiklikler, kısa vadeli çözümler uğruna uzun vadeli bedeller doğurabilir. Bu gerçek, kamuoyunda giderek daha fazla hissedilmektedir.
Taşların yeniden yerine oturabilmesi için en güçlü seçenek; devlet tektir, ülke bütündür, ulus birdir temelinde, kuvvetler ayrılığını esas alan parlamenter rejime dönüş olarak görülmektedir.
En temel ilke, hukukun üstünlüğüne saygı göstermek; Anayasa’yı zorlamak değil, ona bağlı kalmaktır.
Hayati değerdeki Lozan Barış Antlaşması ve onun tamamlayıcısı Montrö Boğazlar Sözleşmesi ne kadar önemliyse, kuruluş felsefesi etrafında kenetlenmek ve iç cepheyi güçlü tutmak da bir o kadar değerlidir.
Son sözse; Hayaller o kadar kırılgandır ki, ancak fısıldanabilir.
Nice yıllara, Hergünşen kalınız.
İsmet HERGÜNŞEN

