Ukrayna Savaşı, savaş ile barış arasında sıkışmış, belirsiz bir hatta ilerlemektedir.
Diplomatik girişimlerin sonuçsuz kalması, tarafları askeri çıkmazın daha da derinleştiği bir noktaya sürüklerken; barış arayışları sahadaki gerçeklik karşısında henüz somut bir karşılık bulabilmiş değildir.
“Ukrayna’sız Barış Planı” olarak adlandırılan taslak plan, özellikle Avrupa’da ciddi soru işaretlerine yol açmıştır.
Ukrayna’nın egemenliği konusunda bazı ülkeler net kırmızı çizgiler çizerken, Kiev yönetiminin temkinli açıklamaları tarafların ortak bir uzlaşma zemininden hala uzak olduğunu göstermektedir.
Sızan bilgilere göre söz konusu planda öngörülen belli başlı hususlar şunlardır:
Kırım’ın statüsünün tanınması,
Rus askerlerinin kontrolündeki bölgelerin Rusya’ya bırakılması,
Ukrayna’nın NATO üyeliğinden vazgeçmesi,
Ukrayna Ordusu’na sınırlamalar getirilmesi,
Seçimlerin yapılması,
Ukrayna’nın yeniden inşası.
Bu başlıklar, barışın bedeline ilişkin tartışmaların önümüzdeki dönemde daha da sertleşeceğine işaret etmektedir.
Savaşın; siyaset ve ekonomiyi de içine alan çok boyutlu yapısı, yalnızca bölgesel dengeleri değil, küresel güvenlik mimarisini ve ticareti doğrudan etkilemektedir.
Türkiye’nin Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ni titizlikle uygulaması, hem tarafsızlığın korunmasını sağlamış hem de bölgesel istikrara önemli katkılar sunmuştur.
Bu dengeli yaklaşım, Ankara’nın diplomatik manevra alanını genişletmiştir.
Karadeniz’in güvenliği, yalnızca kıyıdaş ülkeler için değil; küresel ticaretin ve tedarik zincirlerinin sürekliliği açısından da hayati öneme sahiptir.
Tahıl koridoru ve seyrüsefer güvenliği, kırılgan dengenin temel unsurları haline gelmiştir.
Ancak son dönemde Türk MEB’i ve Türk sahipli ticaret gemilerinin de dahil edildiği saldırılar, Karadeniz’in ne denli hassas bir güvenlik alanına dönüştüğünü bir kez daha gözler önüne sermektedir.
Denizde seyreden ya da limanlarda bulunan gemilere yönelik bu saldırılar, gemi adamları için ciddi riskler oluşturmakta; bölge ülkelerini olduğu kadar küresel ticareti de doğrudan etkilemektedir.
Her iki taraftan gelen bu tür eylemler, yalnızca askeri bir gerilim değil; aynı zamanda savaş hukuku ve savaş ahlakı açısından da sorgulanması gereken bir tablo ortaya koymaktadır.
Son olarak Türk hava sahasına yaklaşan bir İHA’nın Türk F-16’ları tarafından düşürülmesi de dikkate alındığında, savaşın Karadeniz’e yayılma eğiliminin olasılık dahilinde olduğu görülmektedir.
Türkiye’nin atması gereken adım ise cılız söylem de bulunmak değil, her iki tarafa net bir NOTA vermesidir.
Aksi takdirde, önümüzdeki günlerde çok daha endişe verici olayların yaşanması ihtimali göz ardı edilemez.
Gelinen aşamada her iki tarafın da tükenme noktasına yaklaştığı görülmektedir.
2026 yılında savaşın büyük ölçüde sona ereceği öngörülse de sürecin; sınırlı çatışmaların yanı sıra siyasi ve ekonomik sonuçlar üretmeye devam edeceği açıktır.
ABD’nin 1NSS’yi açıkladığı bir dönemde, AB ülkelerinin Ukrayna’yı ayakta tutacak kaynakları ve gerekli endüstriyel kapasiteyi nasıl ve hangi süreklilikle yaratacağı ciddi bir soru işareti olarak ortadadır.
Bu tablo, Avrupa güvenliğinin geleceğinde Türkiye’nin oynayabileceği rolü daha da görünür kılmaktadır.
Savunma sanayii, askeri kapasite ve coğrafi konumu nedeniyle Türkiye, Avrupa için yalnızca bir müttefik değil; aynı zamanda vazgeçilmez bir denge unsurudur.
Avrupa’nın güvenlik mimarisinde sürdürülebilir bir yapı hedefleniyorsa, Türkiye’nin dışlandığı değil; merkeze alındığı bir strateji kaçınılmazdır. Bunun tek yolu ise AB üyeliğidir.
Son sözse; Sarkaç sallanır, sallanır, mutlaka bir noktada durur.
İsmet HERGÜNŞEN

