Marmara denizinde isimleri bilinen- bilinmeyen, üzerlerinde yaşanan kimi olayların hikayeleri kuşaktan kuşağa aktarılan adalar var.
Sayıları sanıyorum dokuz.
Kimi Prens adaları adıyla geçmiş zaman asaletini temsil ederler, kimi İstanbul’dan gönderilen sokak köpeklerinin açlıktan bağıra bağıra telef edildiği yerdir.
Kimisi şaraplık üzümleriyle ünlü keyif yerleridir, kimi turistiktir; üzerlerinde motorlu araç kullanmayı yasaklayacak kadar koruma altındadır!
Bazıları yakın tarihin en dramatik yargılamalarına, idamlara ya da verilen cezaların infazına tanıklık etmiştir.
İşte bu adalardan biri de, Türkiye tarihinde uzun yıllar boyunca gündemden düşmeyen bir çok olaya ev sahipliği yapmıştır; yapmaya devam etmektedir.
İmralı.
Adı yedi yüz yıl önce Kalolimnos olan bir Bizans adası. (Rumca Güzel Liman demekmiş.)
Osmanlı devletinin kuruluşunun üzerinden çeyrek yüz yıl bile geçmeden, Marmara’da belki de ilk fethettiği ada.
Başkent henüz Bursa’dadır.
Osman Gazi’nin yaşlılık yılları ya da Orhan Gazi’nin padişahlığının ilk dönemidir.
Çanakkale boğazı henüz geçilmemiş, Edirne alınmamış, İstanbul’a yaklaşılmamıştır.
Bazı kaynaklara göre 1309, bazılarına göre 1325’de İmralı’yı alan komutanın adı Kara Ali bey ya da “Emir Ali” bey’dir.
İmralı adının, bu komutandan geldiği söylenir.
Sonraki 700 yol boyunca adanın adı değişmeyecektir.
Fetihten sonra adadaki Rum ahaliye dokunulmayacak, yaşamlarını 1920’lerdeki mübadele yıllarına kadar sürdürecekler, daha sonra Yunanistan’a göç edeceklerdir.
Ancak, adaya , Yunanistan’dan gelen mübadil Türklerden yeni yerleşim olmayacak ve İmralı 12-13 yıl boş kalacaktır.
İmralı yarı açık cezaevi 1935 yılında kurulacaktır.
Mahkumların gündüz tarım, hayvan yetiştiriciliği, balıkçılık gibi çeşitli işlerle meşgul olduğu yarı açık cezaevinin kuruluş amacı, “Türkiye’nin ilk modern infaz sistemlerinden birini oluşturmak” olarak açıklanmıştır.
Cezaevi, bir dönem çok kalabalık bir infaz kurumu haline gelmiştir.
Sonra gün gelecek,”tek mahkumun olduğu cezaevi” olarak varlığını sürdürecektir.
İmralı, 65 yıldır Türkiye’nin ismi en çok bilinen adasıdır.
Tanınması, 1961 yılında Türkiye’yi sarsan ve sonra belleklerden hiç çıkmayan idamlar nedeniyle olmuştur.
X X X
İmralı adasının adını ilk duyduğumda 9 yaşında bir ilk okul öğrencisiydim.
1961 yılının 17 ve 18 Eylül günlerindeydik.
Gazetelerin birinci sayfalarında , dar ağaçlarında asılarak verilen cezaları infaz edilmiş üç idam mahkumunun fotoğraflarını görmüştüm.
27 Mayıs 1960’da bir askeri darbeyle devrilip, özel mahkemede yargılandıktan sonra idam cezasına çarptırılan eski başbakan Adnan Menderes ile dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan bir gün arayla idam edilmişlerdi.
İki bakan 16 Eylül 1961 günü, Başbakan da bir gün sonra yargılanıp mahkum edildikleri Yassıada’dan teknelerle İmralı adasına götürülüp orada asılmışlardı.
İdamlardan sonra cenazeleri ailelerine teslim edilmemiş, İmralı’da toprağa verilmişti.
Cenazeler, 30 yıla yakın İmralı’da ilk günkü gibi bırakılan mezarlarda kaldı.
Bu tutumun nedeni, büyük olasılıkla, ada dışında gömülürlerse mezarlarının onlara bağlılıktan vaz geçmeyen insanlar tarafından adeta “kutsal yerler” haline getirileceği korkusu idi.
16 Eylül 1990’da bir hükümet kararıyla açılan mezarlardan alınan cenazeler, Adnan Menderes’in idam edildiği gün olan 17 Eylül’de İstanbul’a nakledildi ve Vatan caddesinde yaptırılan anıt mezar’a defnedildi.
X X X
İmralı adası, 1970’li yıllarda da sonradan uluslararası alanda siyasallaşacak bir olayın Türkiye’deki son aşamasına ev sahipliği yapacaktı.
Ada, bu kez, üzerindeki yarı açık cezaevinden gerçekleşen bir firar olayıyla ülke gündemindeydi.
Bill Hayes adlı 28 yaşındaki bir Amerikalı, 7 Ekim 1970 günü Yeşilköy havaalanında beline sardığı torbalardaki iki kilo toz esrarı yurtdışına çıkarmak isterken yakalanmış, ardından yargılanarak 30 yıla mahkum edilmişti.
Cezasının bir bölümünü İstanbul Sağmalcılar cezaevinde çeken Bill Hayes, daha sonra İmralı adasındaki yarı açık cezaevine nakledilmişti.
Amerikalı uyuşturucu kaçakçısı, -nasıl becerdiyse!- kimsenin kaçamayacağı söylenen adadan 1975 yılında “ayarladığı” bir kayıkla kürek çekerek Mudanya’ya geçmiş, oradan da kendi iddiasına göre İstanbul üzerinden Edirne’ye kadar gitmişti.
Daha sonra Meriç nehrini yüzerek geçip Yunanistan’a sığınmıştı .
Ancak Türkiye için asıl mesele bundan sonra başlayacaktı.
Bill Hayes’in imzasıyla Türk cezaevlerinde başına gelenleri anlatan “Geceyarısı Ekspresi” adlı bir roman yayınlanmış, Hollywood’un ünlü yönetmenlerinden Oliver Stone romanı filme uyarlamış ve Oscar dahil önemli ödüller kazanmıştı.
Cezaevlerinde dayanılmaz işkenceler gördüğünü iddia eden Hayes’in yaşadıklarını anlattığı öne sürülen film, büyük paralar kazandırırken, dünyada da Türkiye aleyhine tepkilere yükselmesine yol açmıştı.
Bu film etrafında kopan fırtına Türkiye’de de yıllarca sürecek travma yaratmış ve tartışmalara yol açmıştı.
Yıllar sonra Bill Hayes, 2014 yılı 29 Ekim’inde bir kez daha ortaya çıktı.
Gazeteler, kendisinin Cumhuriyet Bayramı dolayısıyla New York’ta “göndere Türk bayrağı çektiğini” yazdılar.
Hayes, bunun ardından yaptığı açıklamada, Geceyarısı Ekspresi filminde geçen pek çok şeyin ‘yalan” olduğunu itiraf etti!
Hürriyet gazetesinde 7 Kasım 2014’te “Türk Milletinden Özür Diliyorum” başlığıyla yayınlanan söyleşisinde Hayes, Türkiye’yi ve Türkleri çok sevdiğini ve filmin “tamamen yanlış” olduğunu söylüyordu.
Kendince konuyu “tatlıya bağladığını” düşünüyordu anlaşılan!
X X X
Tanınmış sinema sanatçısı Yılmaz Güney de cinayet işlediği suçlamasıyla verilen mahkumiyetini çekerken bir dönem İmralı adasındaki yarı açık cezaevinde yatmıştı.
O dönem, 1980’li yılların başına denk geliyordu.
Yılmaz Güney, gördüğü ilgi ve çevresinde topladığı “kendine bağlı mahkumlar” nedeniyle cezaevi yönetimlerince istenmeyen bir mahkumdu.
Gönderilmek istendiği pek çok cezaevi, “bu adam burada isyan çıkarır” gerekçesiyle kendisini kabul etmiyordu.
Yılmaz Güney, bir çok cezaevi gezmişti.
Üsküdar Toptaşı cezaevi de bunlardan biriydi.
Toptaşı’nda 1980’lerin başında bir gece, Yilmaz Güney apar topar yatağından alınarak Sağmalcılar cezaevine götürülmüş, orada kimse görmeden revirde sabaha kadar bekletildikten sonra İmralı adasına nakledilmişti.
Güney’in İmralı’da bir kulübede yaşadığı, sık sık ziyaretçilerinin olduğu, nispeten rahat bir yaşam sürdüğü biliniyor.
Hatta kendisiyle İmralı’da röportaj yapan bir İsveç TV ekibinin “Hapisten kaçıp yurt dışına gitmeyi düşünür müsünüz?” sorusuna,
“Hayır ben ülkemin dağını taşını, toprağını suyunu özlerim” diye yanıt veriyor.
Ancak, sonra 12 Eylül darbesi geliyor.
Cinayet mahkumiyeti dışında siyasal davalardan da ağır cezalarla karşı karşıya kalan Yılmaz Güney bu kez İmralı’dan Isparta yarı açık cezaevine naklediliyor.
Ondan sonra da , cezaevinden “izinli” çıktığı bir gün tekneyle yurt dışına kaçacağı, Cannes’da Yol filmiyle ödül kazanacağı ve 1984’de henüz 47 yaşındayken kanserden hayatını kaybedeceği süreç başlıyor.
X X X
Ve geldik 26 yıldır devam eden “günümüzün” hikayesine!
İmralı’daki yarı açık cezaevi ahalisi, sanıyorum 1999 Şubat’ına kadar halinden memnun yaşayıp gidiyordu.
Kendi hallerinde sebze meyve yetiştiriyorlar, belki balık avlıyorlar, ada içinde özgürce dolaşabiliyorlardı !
“Sağlıklı” mahkumiyetleri vardı doğrusu!
Her halde 1999 Şubatında bir gün, hiçbir şeyden haberleri yokken onlara “toparlanın gidiyorsunuz” denmiştir.
Zira, o tarihte, İmralı ve çevresi askeri yasak bölge ilan edilmiş, görevli ve yetkililer dışında giriş çıkışlar yasaklanmış, deniz taşıtlarının yaklaşması engellenmiş, ada üzerinden uçuş yasağı konmuştu.
Sonra, bir gün öğle saatlerinde, Başbakan Bülent Ecevit, “Terör örgütünün başı Abdullah Öcalan, saat 03’ten itibaren Türkiye’dedir” diye açıklama yaptı.
Kenya’da derdest edilip Türkiye’ye getirilen Öcalan, ömrünün üçte birlik bölümünü geçireceği İmralı adasına götürüldü.
Kenya’dan getirilirken eli-kolu bağlı uçak görüntüleri ve Mudanya’dan İmralı’ya deniz yoluyla götürülme görüntüleri yayınlandı.
İmralı’da yargılandı; önce ölüm cezasına çarptırıldı, idam cezası kaldırılınca da, İmralı cezaevinin “tek mahkumu” olarak bir süre geçirdi.
Daha sonra yanına bazı başka mahkumlar gönderildi.
Hep birlikte yatıyorlar.
Bugün gelinen noktada, “çözüm süreci” adı altında, Kürtlerin çeşitli haklara kavuşmasından Öcalan’ın cezasını çekme- sonlandırma noktasına kadar bir çok konu tartışılıyor.
Kendisi muhatap alıp görüşmeler yapılıyor.
Ancak bu görüşmelere, temaslara ilişkin haber ve açıklamaların bir çoğunda adı verilmiyor.
“İmralı’yla görüşüldü” ya da “Komisyon heyeti İmralı Yüksek Güvenlikli cezaevinde görüşme yaptı” gibi, anlayan anlasın tadında özne kullanılıyor.
İlginç şeyler oluyor.
Bakalım, adı neredeyse Abdullah Öcalan’ın yerine özne halini alan tarihi ada daha neler görecek !
COŞKUN KARTAL

