Site icon Kent Ekranı

🎥Hülya Bilge GÜLTEKİN; ‘KOCA DÜNYA’… Şiirsel ve masalsı bir okuma

koca dünya dediler
biz küçüldük
bir yetimhanenin kapısından
bir ormanın göbeğine kaçtık
yine aynı ses
yasa senin peşinde çocuk

toprak sustu önce
su nefes aldı
bir karınca geçti yanımızdan
sanki bizden daha eskiydi her şey

ben Zuhal
köklerinden kopmuş bir ağaç gibi durdum
Ali’nin ellerinde yaprak gibi titredim
belki kardeştik
belki ilk insandık
belki sadece suçun adını unutan iki bedendik

orman büyüktü
karnı karanlık
rahim gibi sıcak
bizi yuttu
ve biz doğduğumuzu sandık

ama cennet denen şey
hiçbir zaman tabiatta değilmiş
insanın unuttuğu bir kelimenin içindeymiş
biz o kelimeyi kaybettik

rüzgâr adımızı söyledi
biz anlamadık
su seslendi
biz taş olduk.
tabiat affetti
ama dünya unutmadı

prometheus’un ateşi gibi yanıyordu ellerimiz
yasa dedi ki
ışığı çaldınız
oysa biz sadece karanlıktan çıkmak istemiştik

sonra her şey sustu.
koca dünya kaldı
ve biz küçücük iki nokta
tabiat ananın rahminde…

Reha Erdem’in Koca Dünya’sı, şiirsel olduğu kadar, mitolojik ve masalsı çağrışımlarla da dolu. Film, modern bir yaratılış ve düşüş hikâyesi olarak da izlenebilir pekâla.

ki genç, Ali ve Zuhal, toplumdan, özellikle kurumsal kötülükten kaçmak zorunda kalır. Sığındıkları orman, hem bir cennet hem de vahşi bir sınav alanıdır. Film boyunca bu iki karakterin tabiat içinde kendilerini yeniden var etme çabasını izleriz. Ancak dünya dediğimiz şey, ormanın içinde bile peşimizi bırakmaz. Ali ve Zuhal’in ormana kaçışı, cennetten kovulma öncesi bir kaçış gibidir. Yetimhanenin ve şehrin temsil ettiği medeniyet onları dışlar. Orman ise Koca Dünya’dır: Henüz adı konulmamış. tabiat ile insanın ayrılmadığı ilk dünyadır. Orman sahnelerinde tabiat dişil bir figür gibi kurulmuştur. Saç rengi ve kostüm rengi gibi unsurların yanı sıra, yapıp etmeye başladıklarıyla Zuhal de bir ana tanrıça misali bu dişilliğin vücut bulmuş hali olarak kurgulanmıştır. Ali ise hem koruyucu hem suç ortağı olarak Adem’le, ama aynı zamanda da kuralı çiğneyen insan olarak Prometheus’la da akrabadır: Ancak bu yeryüzü cenneti, masumiyetin sonsuz sürdüğü bir alan değildir. Orada bile ölüm, açlık, korku, şiddet vardır. Tıpkı kadim anlatılarda olduğu gibi, cennet bile insanla birlikte bozulur.

Reha Erdem’in karakterleri, çoğu zaman bilmenin yükünü taşır.

Ali ve Zuhal’in de suçları bilgiye, farkındalığa sahip olmaktır, dünyadan, kötülükten, cinsellikten haberdar olmak. Bu da Prometheus’un tanrılardan çalıp insanlara verdiği ateş gibidir, ısıtır ama yakar da.
Ormana sığınmak aslında ateşi geri vermek gibidir. Medeniyetin getirdiği bilgiyi bırakıp yeniden saflığa dönmek. Ama insan artık o kadar saf değildir, dolayısıyla bu dönüş tamamlanamaz. Prometheus gibi, Ali ve Zuhal de cezalandırılmadan arınamazlar.

Film boyunca tabiat sadece fon değil, yaşayan bir varlık gibidir.

Orman içindeki yaşam, insanın anne karnına dönüşüdür, fakat oradan yeniden doğmak, tıpkı mitlerdeki kahramanların iniş-çıkış döngüsünde olduğu gibi, acılı bir süreçtir. Ali ve Zuhal’in kaçışı, aynı zamanda İkarus’un uçuşu gibidir. Özgürlük arzusu, sistemden kopma isteği, tabiata karışma tutkusu… Ama bu uçuş, aşırıya gidildiğinde düşüşle sonuçlanır. Reha Erdem burada İkarus mitini modernleştirir: kaçamayacağın bir dünyadan kaçışın trajedisi. “Koca Dünya” ironik biçimde hem kaçılan hem dönülen yerdir. İkarus’un göğe çıkarken babasının uyarılarını duymaması gibi, bu iki genç de tabiatın sessiz uyarılarını duymaz.

Kral Lear’da “Ey tabiat! Benim tanrım sensin! Ben senin kanunlarına kul köleyim.” diyen Shakespeare gibi, Reha Erdem’in bu anlatısı da tanrısızdır. Tanrı’nın yerini tabiat almıştır filmde. Tabiat cezalandırmaz ama daima kendi yasalarını hatırlatır hatta dayatır. Tanrısal güç dışarda değil, varolan her şeyin içindedir. Dolayısıyla Koca Dünya, bir yaratılış ve düşüş anlatısını aynı bedende taşır.Tabiat bir yandan yeni bir hayat verir, bir yandan hayat verdiklerinin yıkımına tanık olur.

Her şey yeniden başlar, ama hiçbir şey eskisi gibi olmaz.

Filmdeki uzun sessizlikler, insanların birbirleriyle değil, tabiatla konuştuğu o ilksel zamana dönüş isteğini simgeler. Ama artık o dil unutulmuştur; sadece tabiat hatırlar. Ali ve Zuhal, sözcükler yerine bu kayıp dilin yankılarıyla konuşurlar, nefesler, bakışlar ve suyun sesi aracılığıyla iletişim kurarlar. Bu da izleyiciyi neredeyse ritüeller üzerinden deneyimlenen bir dünya algısına götürür. İnsan tabiata döner, tabiatla bütünleşir ama cennet artık kayıptır. İlk saflık ve ilk masumiyet kayıptır. Bu kayıp, film boyunca Ali ve Zuhal’in birilerinin onları bulma korkuları üzerinden yankılanıp durur filmde.

Cennet oralarda bir yerlerde değil, belki artık içimizde bile değil, farkında olmadan onun yokluğunun yasıyla yaşayıp gidiyoruz..

Reha Erdem, Koca Dünya’da modern dünyanın yozlaşmasına karşı saf bir kaçış anlatısı kurar. Orman, neredeyse rahimsel bir alan gibidir, gençlerin toplumsal kirden arındığı, tabiata karışarak yeniden doğduğu bir yer. Ama film bu yeniden doğuşun naifliğini sorgular: Masumiyet bile sistemin dışında ne kadar yaşayabilir? Ali ve Zuhal’in ilişkisi belirsiz bir sınırdadır: kardeş mi, âşık mı, suç ortakları mı? Reha Erdem bu belirsizliği bilinçli biçimde korur. Böylece günahın doğası tartışmaya açılır.Toplum, bu çocukların masumiyetini zaten çoktan kirletmiştir, tabiat ise onları yargılamaz.
Toplumsal açıdan bakarsak, yetimhane, adalet sistemi, bürokrasi, hepsi görünmez ama ezici bir koca dünya oluşturur. Film, toplumsal kurumların merhametsiz işleyişini sözsüz bir şekilde yargılar.
Reha Erdem burada sözü tabiata bırakır, insanın kurduğu yasaların karşısına tabiatın görünmez yasalarını koyar. Kamera tabiatın akışına bırakılmış gibidir. İzleyiciyi, uzun planlara ve sabırla izleyeceği tabiatın el değmemiş, ham görüntülerine maruz bırakır. Neredeyse sadece tabiatın sesinden oluşan bir dil kurar. Diyaloglar azdır; yerini rüzgârın, kuşların, suyun sesi alır. Reha Erdem’e göre sinemanın yüzde ellisi sestir. Bunun hakkını gerek şehir sahnelerinde gerekse orman sahnelerinde olabildiğince doğal ve gerçekçi biçimde fazlasıyla verir.

Filmi izlerken aslında koca dünyanın çok da kocaman olmadığını, nereye kaçarsak kaçalım bu kaçışın kendi içimizden öteye gidemediğini anlarız çok geçmeden. Dünya kocamandır, içinde her şey vardır. Ama toplumun bir parçası olmak, ait olmak, birey olmak, bir kafese dönüştürür koca dünyayı. O kafesin olmadığı tek yerse içimizdir belki de. Koca dünyanın karşısına koyabileceğimiz tek dünya iç dünyamızdır. Ormana kaçmakla hayal edilen kurtuluş gerçekleşmemiştir çünkü.

Bir yanıyla masaldır koca dünya diğer yanıyla trajedi. Çağrıştırdığı bir çok masaldan biri olan Sindrella’ya gönderme yaparak biter film. Ucu açık bırakılmış gibi görünse de gönderme yaptığı masalla devam eder izleyicinin içinde. Hastaneye yetiştirildiğinde Zuhal’in ayağından düşen ayakkabısının tekine sımsıkı sarılıp ağlar son sahnede Ali. Orman sahnelerinde ortaya çıktığında Zuhal’in baba diye seslendiği keçi son kez ortaya çıkar ve Ali de keçiye, “Baba biz burdayız!” diye seslenir. Kızını korumayı başaramayıp, üvey anne zulmüne maruz bırakan Sindrella’nın babası gibi, Zuhal ve Ali’nin babası da onları korumasız bırakmıştır. Devlet korunmasına sığınmak zorunda kalmışlardır ama devlet baba da onları koruyamamıştır. Zuhal, kendisini evlat edinen evli ve orta yaşlı bir adamın zorla kuması yapılmıştır. Keçiye baba demeleri, aslında günah keçisinin kim olduğunun hem metaforik hem de trajikomik olarak gösterimidir.

Kısacası Koca Dünya, tam da dünyamız gibidir. Ve sonunda şu soruyu bırakır akıllarda:

Baba, biz burdayız! Sen neredesin?”

Hülya Bilge GÜLTEKİN

Exit mobile version