Tarih, yalnızca zaferlerle değil, o zaferleri mümkün kılan iradeyle anlam kazanır.
Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde Türk ulusunun yaktığı bağımsızlık meşalesi, esaretin karanlığını yırtarak Cumhuriyet’in aydınlığına ulaşmıştır.
Atatürk’ü zafere götüren yalnızca askeri dehası değil, milletine duyduğu derin güven ve halkıyla kurduğu benzersiz bağdı.
İsteseydi bir padişah gibi hükmedebilir, ömrünün sonuna dek cumhurbaşkanlığı makamında kalabilirdi.
Ama, hiçbirini istemedi. Tek bir ülküsü vardı:
“Hâkimiyet kayıtsız, şartsız milletindir.”
Bu sözüyle bir dönemi kapattı, bir çağ başlattı.
Anadolu’nun yorgun ama vakur topraklarında, 29 Ekim 1923 günü demokrasi, laiklik ve hukuk temelleri üzerine kurulan yeni devlet, karanlık gecede bir yakamoz gibi parladı.
Türk milleti, yüzyıllar boyunca “kul” olmanın ağırlığını sırtından atarak, “ulus” olmanın onuruna kavuştu.
Elbette eski düzenin kalıntıları kolay sönmedi. Hilafete sarılan, saltanatı arzulayan bir kesim vardı.
Ancak Atatürk’ün kararlı, vakur duruşu karşısında o eski anlayışlar tarihin tozlu raflarına karıştı.
Artık yönetim, İngiliz zırhlısına sığınan bir padişahın değil; kendi kaderini tayin eden bir halkın elindeydi.
Hilafetin kaldırılması, beklenenin aksine, ne İslam âleminde ne de Batı’da bir sarsıntı yarattı.
Çünkü işlevini yitirmiş bir kurumun yerine, aklın, bilimin ve vicdanın rehberliğinde yükselen bir sistem gelmişti.
Cumhuriyetin ilk yılları, Türkiye’nin kaderini şekillendiren, ulusun yeniden doğduğu altın çağdı.
Eğitimden hukuka, sanayiden kadın haklarına uzanan devrimler zinciri, Türklere yalnız bir kimlik değil, dünya nezdinde saygın bir yer kazandırdı.
Milletler Cemiyeti’ne davet edilmemiz, komşularla dostluk anlaşmaları, medeni kanun, harf ve kıyafet devrimleri, Türk ordusu ve donanmasındaki modernleşme adımları…
Çağdaş bir ulus olma ülküsünü içeren bir bütünün parçalarıydı.
Atatürk’ün devrimleri yalnızca bir dönemi değil, geleceği de inşa etti.
“Yurtta barış, dünyada barış” ilkesini söylerken, sadece barışı değil, aklın rehberliğinde yaşayan bir toplumun temel felsefesini de ilan etmişti.
Bugün, o mirasın üstünde yükselen Türkiye’nin bazı çevrelerde yeniden sorgulanmaya çalışıldığına tanık oluyoruz.
Tartışmaya açılmak istenen Anayasa’nın “Başlangıç” bölümüyle birlikte ilk dört maddesi, bu ülkenin harcıdır; Türk ulusunun varlık manifestosudur.
Onlar ile 42. ve 66. Maddelere dokunmak, Cumhuriyet’in ruhuna dokunmaktır.
Cumhuriyet, bir yönetim biçiminden öte, bir yaşam biçimidir.
Atatürk’tür, Çanakkale’dir, İstiklaldir, Lozan’dır, Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir.
Halkın egemenliği, özgürlüğü ve bağımsızlığıdır.
İlke ve devrimlerdir. Nutuk’tur, Andımızdır, Gençliğe Hitabedir.
Ve hepsinden öte, bir ulusun küllerinden yeniden doğuşudur.
Bugün bizlere düşen görev, o büyük emaneti korumak, yaşatmak ve geleceğe taşımaktır.
Çünkü Cumhuriyet, yalnızca bir tarih değil, hala süren bir iradedir.
Son sözse: Coğrafyanın tüm zorluklarına rağmen, laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti kimliğinden soyutlanamayacak tek ülke, Türkiye Cumhuriyeti’dir.
Cumhuriyet Bayramımız kutlu olsun, nice bağımsız ve güçlü yarınlara.
Ne mutlu Türküm diyene.
İsmet HERGÜNŞEN

