Şiirin bir anlamı var mı? Varsa bu anlamın gidimli dilinkinden farkı ne?
Şiirin bir anlamı var mı? Varsa bu anlamın gidimli dilinkinden farkı ne? Şiirsel bu anlamın dili nasıldır? Tarih boyunca bu konu düşünürlerin, sanatçıların, estetikçilerin, dille uğraşanların üstünde durduğu bir konu olmuş, üstüne çokça araştırma yapılmış, kitaplar çıkarılmış, yazılar yazılmış, günün koşullarına uygun bilimsel bir çerçeve çizilmeye çalışılmış. Günümüzde ise bu sorunlar üzerinde bilimsel bir disiplin olarak durulmuş, bir çok sonuca da ulaşılmış. (Bu konuda Nizamettin Uğur’un Yasakmeyve’nin 11 Kasım-Aralık sayısındaki, benim elime geç geçtiği için Aralık’ın 17’sinde okuduğum ve yazımın burasına sonradan severek eklediğim “Şiirde Anlam Sorunu” adlı yazısını okurlara özellikle öneririm.) Bu süreçte şiirin ortak dilden farklı bir dili olmadığı sonucuna ulaşanlar olduğu gibi şiir dilinin bu dilden hem sessel (phonique) hem de anlamsal (sémantique) olarak farklı bir dil olduğunu bilimsel olarak (şiirbilim-poétique) kanıtlayanlar da var. Ülkemizdeyse şairler arasında yaygın olan bir tür şair jargonu ve genelde (eleştirmenler, şiir üzerine yazan hevesliler, kitap tanıtıcıları vb. arasında) yaygın bir eğilim gösteren totoloji (yineleyim) nedeniyle şiir ve anlam ilişkisi bu doğrultuda çevrilen/yazılan bir çok değerli yazı ve kitaplara karşın hayli geçerli görünüyor. Bir de buna ülkemizde durmadan kendini çoğaltan, başkasıyla hiçbir anlamsal iletişime geçemeyen, bir tür cemaat içi, anlaşılmaz bir düzgü (code) üreten, hatta bundan bile yoksun olan, yalnızca yazanında kalan manzumların çokluğunu ve bunların bombardımanı altında oluşan sessizliği eklersek şiir ve anlam ilişkisi üzerinde neden önemle durulması gerektiği anlaşılır. Aslında da konu üzerinde örneklerle her gün kırk sekiz saat durulmasında bu topraklarda yaşayan insanlar adına binlerce yarar var. Biz bu yazımızda üç çağdaş dilbilimcinin görüşlerine, bu yazının boyutları elverdiğince yer vererek gerekirse başkalarından da alıntı yaparak şiir ve anlam ilişkisini açmaya çalışacağız. Bu üç düşünürün tarihsel ve toplumsal arka planı şiirsel çözümlemede yalnızca birer malzeme, konu hangi alanı ilgilendiriyorsa (felsefe, tarih, vb.) o alanla ilgili bir malzeme olarak gördüklerini de ekleyelim.
Gidimli dil (günlük konuşma dili), yan anlamlar ve mecazlar içerse de ölçüt olarak gösterenlerin bir kavrama dayanması açısından bildirim işlevini amaçlar. Yan anlamlar ve mecazlar da (bu şiirsel öğeler) temelde gönderme amaçlıdır. Bildirişim temeldir. Göndergesel işlevlidirler. Buna genelde düzanlamsal ya da bilisel işlev de denir. Bu tür iletişimde bir dış gerçeklik asıl alınır. Roman Jakobson’a göre de her iletişim böylesi bir dış gerçekliğe gönderme yapar. Bu dış gerçeklik üzerinden belli bir konuyla ilgili bir anlam üretir. Bu anlam belli bir düzgüde (code) ve anlaşılır bir bağlamda (contexte) gerçekleşir. Ayrıca bu iletişim için bir de bağ (contact) gereklidir. Ve elbette bu düzanlamsal iletişim bir göndericiyi ve de alıcıyı gerektirir. Yani bir ağız ve bir kulak. Ağız iletişim için istek duyar, kulak da onun bu isteğine cevap vermeye uygundur. Doğal/gidimli dilde bir ses biçimi toplumsal sözleşme gereği (aslında olmayan ama öyle varsayılan) bir anlam biçimine bağlanır ve bu bağlanma nedensizdir. Saussure’e göre nedensizlik, “gösterenin, konuşan bireyin özgür seçimine bağlı olduğu düşüncesini uyandırmamalıdır.”; bu “… gösterenin bir nedene bağlanamayacağını, daha açık bir deyişle, gerçeklik düzleminde hiçbir doğal ilişki kurmadığı gösterilen açısından nedensiz olduğu” biçiminde anlaşılmalıdır. Açıkçası gösterge Saussure’e göre her türlü dış gerçeklikten (sesin kendisinden, göndergeden) azadedir. Aralarında bir benzerlik yoktur gösteren ile kavramın (gösterilenin). Göstergenin saymaca olması kendisini belirleyen ses biçiminin başka bir anlam biçimine de bağlanabileceği, demektir. (Ya da tersi.) İletişimin temel öğesi, belli bir bağlamda bir konu üzerinde bir anlam olduğuna göre göstergeye bağlanan ses biçimi yalnızca bir araçtır. Dış gerçeklik bir saymaca olarak, yani nasılsa öyle değil, nasıl kavranmışsa öyle anlamlandırılmıştır. Emile Benveniste’e göre bu demek aynı zamanda bu bağın zorunlu olduğunu gösterir. Çünkü konuşan kişi söylediği her şeyin dış gerçeklik ile arasında tam bir uygunluk olduğunu varsayar. Aksi durumda iletişim sağlanamaz. Göstergenin bir de göndergesi vardır. E. Belveniste’e göre “Nedensiz olan bir başkasının değil de belli bir göstergenin; gerçekliğin, bir başka öğesine değil de belli bir öğesine uygulanmasıdır.” Todorov da gösteren-gösterilen ulamlarına bir üçüncü ulam ekleyerek (anlamlama/ signification; simgeleme/ symbolisation) duruma bir başka açıdan bakmıştır. Ama biz burada Pierre Guiraud’nun anlamlama ile ilişkili değerlendirmesine yer vererek konuya daha bir açıklık getirmek istiyoruz. Guiraud’ya göre gösterge duyusal bir töz olup bir uyarıcıdır. “Uyandırdığı belleksel öge kafamızda başka bir uyarıcının imgesine bağlanır. Göstergenin işlevi, bir iletişim doğrultusunda bu ikinci imgeyi canlandırmaktır.” Yani gösterge her zaman ve her durumda bir anlam amacının belirtisidir.
Şiire gelince… Roman Jakobson’a göre, iletinin bir dış gerçekliğe değil kendisine yönelmesi sonucunda şiirsel işlev gerçekleşir. Şöyle der R. Jakobson “… (şiirsel dil, göstergenin kendisine yöneliktir)” Bu işlev bildirinin kendi kendisiyle ilişkisidir. Bu işlev güzel duyusal işlevdir. Gönderge bildirinin kendisidir demektir bu da. Yani bildiri bir iletişim, bildirişim aracı olmaktan çıkıp amacı hâline gelmiştir. Ama, yine de bir bildirisi (mesajı) vardır şiirin. Bu bildiriler kendilerini bildiri hâline getiren göstergelerden bağımsız olarak işlerler ve genellikle de duyarlılığımız üzerinde etkide bulunan farklı anlamlar üretirler. R. Jakobson’a göre şiirsel öğeler (düzanlamdan farklı olarak yananlamlar) gidimli dilde de vardır fakat bunlar kanıksanmıştır. Şiirde ise bu işlev daha yoğundur ve dizgeli bir biçimde kullanılır “Yine de şiirsel işlev dilsel sanatın tek işlevi değildir, yalnızca en belirgin, en belirleyici işlevidir; öteki dilsel etkinliklerde ise ikincil, yardımcı bir öğe durumundadır.” Jakobson’a göre duygusal dil ile şiirsel dil de farklıdır. “Şiirsel işlev, eşdeğerlik ilkesini seçme ekseninden birleştirme eksenine aktarır.” Yani yan yana gelen sözcükleri dilin mantığına, sözdizim (syntaxe) kurallarına göre şiirsel anlam üretecek biçimde örgütlemek önem kazanır. Bize göre de şiirsel bağdaştırma yoluyla gerçekleşir bu. Yananlam (connotation)’dan çok sözcüklerin dış dünyayla ilgili ürettikleri gerçek anlamlarının dışındaki çağrışım (association)’sal anlamlar sözkonusudur. Ortak dilden sanatsal bağdaştırma yoluyla bir tür yeni bir düzgü yaratmak yani. Yine R. Jakobson’a göre dönemlere göre değişen egemen öğe (dize, vezin, mecaz vb.) öbür öğelere baskınlaşır. Art arda gelen dizeler dilin diğer öğeleri karşısında yönetici, belirleyici duruma geçer. Onları dönüştürür. Yeni bir yapı oluşturur. (Bizde de bu ayrım temel alınırsa… Halk şiirinde veznin+hayatın; Tekke ve Divan şiirlerinde veznin+simgenin+mecazın, 1950’lere kadar veznin+yeni beliren kaygıyla biçemin, İkinci Yeni’de biçemin+imgenin, günümüzdeyse imgenin biçemi eksilterek eğemen öğe olduğunu söyleyebiliriz). R. Jakobson için dikkat edilirse şiir şiirsel işlevle sınırlı değildir. Öteki dilsel işlevler (gönderme, duyusal işlev vb.) de işin içindedir. Şiir dili gidimli dilin aksine rastlantısal olmayandır. Tasarımsal bir dildir. Amaçlıdır. R.Jakobson’a göre, “şiirsel bir yapıt, yalnızca estetik bir işlev yerine getiren bir yapıt olarak betimlenemeyeceği gibi, başka işlevlerin yanısıra estetik işlev yerine getiren bir yapıt olarak da betimlenemez; şiirsel yapıt gerçekte, estetik işlevin egemen öğe olduğu dilsel bir bildiri olarak betimlenmelidir.” Anlam bakımından bu bir bildirim değil de gidimli dilden farklı anlamsal bir düzenek oluşturur. Kısaca ses düzeneği anlamsal düzeneği destekler. Ama dikkat edilirse R. Jakobson şiirde anlamsal bir düzeneğe dikkatle vurgu yapar. Bu anlam dilsel göstergenin oluşturduğu anlam ile farklıdır. Biz bu anlama şiirsel anlam demeyi yeğliyoruz. Mademki şiir bir töz değil, dil gibi bir biçimdir, o zaman gidimli dildeki anlamdan farklı bir şiirsel anlamdan söz etmek daha doğrudur. Şimdi konuyu Jean Cohen açısından ele almak gerekiyor.
Öncelikle şunu söyleyelim ki şiir önünde sonunda bir iletişim, bir bildirişim aracıdır. Bu yüzden de doğal dilde olduğu gibi şiirde de içerik olarak anlam saymacadır ve belli bir ileti ve düzgünün (code) ürünüdür. Şairin yarattığı düzgü (code)’nün ipuçları bizi bir anlamlar dünyasına taşımıyor ve de şairin kendine özgü bir bireysel evrende sınırlı kalıyorsa, ortada şiir de yoktur. Şiirde her söz doğal dilde olduğu gibi herkes için aynı anlama yaslanır ve bu bağlamda yine herkes için aynı anlamsal sapmaya sahiptir. Yoksa şiir de şiir olmaz. Söz ve bir dil olmaktan çıkar. Ancak doğal dildeki anlamsal birimler bir anlam iletmeye yönelik iken şiirde bu anlam yalnızca bir araçtır. Şiirde anlamlı birimlerden (ses, anlam tözleri) oluşan bir dizgeden söz etmek daha doğrudur. Bu dizge bizi gidimli dilin sınırlarında üretilemeyen anlamlarla karşılaştırarak düzanlamın sınırladığı dünyanın ötesine de taşır.
Jean Cohen de şiiri şiir yapan özellikleri bulmak için ölçüt olarak düzanlatımı temel alır. Düzanlatımı gündelik/gidimli dil olarak ölçüt alan J. Cohen, şiiri de bu ölçütten sapma olarak görür. Ona göre bu sapma bir biçem olup rasgele değil dilin yüzeysel yapılarından tercihli bir sapmadır. Yani tasarımlı bir dildir şiir dili. Ama J. Cohen’e göre her sapma güzelduyusal bir değer taşımaz. Bireylere özgü biçem (üslup, stil, söyleyiş) ile ilgili “bireysel değişmeler içinde varlığını sürdüren bir değişmez’in bulunduğunu” düşünür ve bu durumu “ölçütten, aynı bir yordamla ayrılmadır, sapmanın kendisinde içkin olan bir kuraldır” diye tanımlar. Yani aynı bu sapmanın gidimli dilden aynı biçimlerde yapıldığını ve bunun sapmanın özünde içkin olan, sapmanın neliğini belirleyen bir kural olduğunu söyler. J. Cohen bu durumu ses ile anlam arasında geçen değişme durumlarına göre bir şema ile gösterir. Bu şema dilin çift eklemliliğini gözönüne almamızı gerektiren bir şema olup şöyledir:
Burada dikkat edilmesi gereken nokta şiirin bütünsel diye tanımlanması ve anlam ve ses olarak şiirsel niteliklere tam sahip olması. Hem ses hem de anlam bakımından. Düzyazı şiir ise anlam bakımından tamam iken ses bakımından eksi durumda. Düzyazı ise şiirin aksine hem ses ve hem anlam bakımından eksi durumda. Manzumeler ise anlam bakımından artı, ses bakımından eksi durumda. Buradaki anlamın şiirse özgü anlam olduğu hemen göze çarpıyor. Anlam, doğal dildeki anlam olarak, anlamsal birimlerin belli bir bağlamda bir anlam iletmeye yönelik (zamansal dizilimle, zincirleme olarak yan yana, alışılmış bağdaştırmalar yoluyla) dizilimiyle oluşurken şiirdeki anlam bu anlamdan farklıdır. Doğal dildeki bildirişimi amaçlayan anlamdan sapmış bir anlamlar öbeğinden söz etmek daha doğrudur. Ses ile anlamın birbirini ürettiği bir anlamlar bütünü (mecazlar/ değişmeceler, istiareler/ eğretilemeler, imgeler, mesajlar –iletiler-, çağrışımlar; veznin/ ölçünün, uyağın, ses öbeklerinin anlağımızda yarattığı anlamsal öbekler vb.). J. Cohen’e göre de dize düzanlatımdan ayrı bir şey değil, onunla karşıtlaşan bir şeydir; anti düzanlatımdır. “Anlamsal değişimler çizgisinde bir dizi ses benzeşimleri oluşturur. (…) Şiir düzanlatımdan farklı bir söylem oluşturur.” Anlatım biçiminin her bir ayrıntısı gidimli dil içinde bir anlatım üretir, içeriği oluşturan anlambirimlerin biçimlenişi ve sıralanışı bildirim işlevi üstlenir. Şiirde ise bu içerik dilsel içerikle örtüşmez, bildirime değil iletinin biçimine yöneliktir. Burada Özdemir İnce’nin Mikel Dufrenne’den yaptığı alıntıyı tekrar etmek yararlı olacaktır: “Hiç kuşkusuz şiir felsefe değildir: Şiir, dil üzerine düşünmez, dili üretir (oluşturur); ama onu icat etmez: Ortak dili değiştirir, o kadar.”
Şimdi de söyledikleriyle büyük sarsıntılar yaratan Roland Barthes’ın şiir ve anlam üzerine düşüncelerine değineceğiz. R. Barthes’a göre nasıl ki gündelik dil insanları gerçekliği algılama, kavrama ve dile getirmede sınırlıyorsa, bütün yazarları da anlatımlarında sınırlar. Dil böylesi bir buyurum ve alışkanlıklar bütünüdür. R. Barthes’a göre dil ve yazın dili birbirinden farklı olup “dil Yazın’ın berisindedir. Biçemse nerdeyse ötesinde” (vurgular bizim) Biçem yazarın yaratısıdır, eğretilemedir. “yazınsal amaçla yazarın tensel yapısı arasında denklemdir” Dikkat edilirse bu önemli kitabının daha girişinde yazında biçeme önemli atıflarda bulunur R. Barthes. “Dilin özel, yararsız, ama süsleyici özellikleri” diye nitelediği “ölçü, uyak ya da imge kuralını a, b, c” diye adlandıran R. Barthes M. Jourdain’in şu çift denklemini kullanarak şiiri açıklamaya çalışır. Şiir= Düzyazı+a+b+c; Düzyazı ise= Şiir-a-b-c. Demek ki R. Barthes da J. Cohen gibi gidimli dilden bir sapma olarak görüyor şiir dilini. Düzyazı, şiire ilişkin anlatım biçimleriyle şiir oluyor. Bir biçemsel sapma diyebiliriz buna. Ancak bu farkı öz farkı olarak yorumlamaz, Nicelik farkı olarak görür. R. Barthes asıl da klasik şiir, modern şiir ayrımında girer soruna. Ona göre “Klasik şiir düzyazının süssel bir çeşitlemesi, bir sanat’ın (yani bir uygulayımın) meyvesi olarak duyumsanırdı yalnızca, hiçbir zaman farklı bir dil olarak ya da özel bir duyarlığın ürünü olarak duyumsanmazdı.” Klasik dönem diye nitelediği modern öncesi şiirin şiirselliğinin yalnızca sözsel bir uygulayım değişikliği olduğunu, konuşma dilinden bu yönüyle ayrıldığını, yani toplumsal kurallara göre “dile getirme” uygulayımı olduğunu; konuşma dilinden daha güzel, “Tin” ile donanmış dilin bir iç düşünceyi dışa yansıtma biçimi olduğunu söyler. Modern şiiri ise şöyle niteler: “dilin hem işlevini hem yapısını kucaklayacak, kapalı bir doğa olarak kurulduğunu”. “Şiir artık süslerle bezenmiş ya da özgürlükleri budanmış bir Düzyazı değildir. İndirgenmez ve kalıtımsız bir niteliktir. Özellik değil, tözdür artık” Klasik dönemdeki şiiri süslü, püslü bir yazı olarak gören R. Barthes modern şiiri bundan farklı görür ve biçeme vurgu yapar. Klasik şiirin düşünce (anlam) üretmediğini, aksine üretilmiş bir düşünceyi şiire döktüğünü, ancak modern şiirin düşünce ürettiğini söyleyerek bu ayrımı anlam bakımından da pekiştirir. Şöyle dile getirir bu sorunu: “Klasik düşünce süresizdir, klasik şiirin tek süresi uygulayımsal düzenlenişi için zorunlu olan süredir. Çağdaş şiir sanatındaysa, tersine, sözcükler bir tür biçimsel sürerlik üretirler, bundan da yavaş yavaş onlar olmadıkça olmayan bir düşünsel ya da duygusal yoğunluk çıkar.” Yani klasik şiirde düşünce sözü belirli kalıplara göre düzenlerken, modern şiirde söz düşünceyi (anlam) üretir. Klasik şiir toplumsal düzgülere ve anlamlandırmaya göre yazılırken modern şiirde bu bireyseldir. Barthes’a göre sözün gücü asıl modern şiirde patlama noktasındadır. Her okunuşta bu güç harekete geçer. Barthes biçemi şairin yarattığı özel dil olarak yorumlar. Ancak bu dil, gidimli dilin sözcüklerini kullansa da bu dildekinden farklı anlamlar üreten bir dildir.
Görüldüğü gibi dil ve şiir ilişkisini irdeleyen üç çağdaş yazarda kimi farklılıklar görülse de şiirde anlam sorununa yaklaşım aynı kalır. Hepsinde anlam üretmek önemlidir. Asıl anlam üreten şiir modern anlayışla yazılan şiirdir. Micheal Riffaterre bu nitemi şöyle dile getirir, “değişik sözcüksel birimler ve anlamsal birimler kullanılır” ki bunlar da sözlüklerde yer almazlar. Demek şiir anlam üreten bir dizgedir (sistem –système-, usul) ve anlamsız şiir olmaz. Şiiri sözlüklerde olmayan anlam üretir diye tanımlarken asıl dikkat edilmesi gereken bu olmalıdır. Ortak dilden yeni bir düzgü (code, kural, kaide) yaratma yoluyla yeni bir dizgeye (sistem, usul) ulaşmak.
Metin CENGİZ

