Bazı tiyatrocular hâlâ sanat metnine sahne arkası bir aksesuar gözüyle bakıyor. Okumak gereksiz, eleştiri metni düşman, dramaturji ise dekor varsa lüzumsuz. Sahneye sezgiyle çıkanların metinle ilişkisi genellikle mesafeli; metne dokunmak, bir anlamda kendini sorgulamak gibidir. Ama korkmayın! Sanat kuramı sizi yargılamaz, sadece size bakar. Metnin dili ağırsa, belki sadece Fransızcadan kötü çevrilmiştir. Göstergebilimci ve eleştirmen Roland Barthes’ın “Yazarın Ölümü” kavramı tam da bu noktada devreye girer. Yazar öldüyse, metin özgürleşir; yorumcu sahneye çıkar, yorum artık anlamın kurucu öğesidir. Oyuncu artık sadece oyuncu değildir, sahnenin yazarıdır.
Performans sanatı sadece soyunup koşmak değildir. Marina Abramović’in bedenini sahneye değil, metnin yanına koyduğu gibi, bazen bir duruş, bir suskunluk, bir göz teması sanatın ana dili olur. Bu ifade biçimleri, metnin kendine yer bulacağı çerçeveyi yaratır. Çünkü sahne yalnızca hareket değil, düşüncedir. Doğaçlama bile bilgiyle beslenmek ister. “Çok okursam spontane olamam” korkusu, aslında bilgiyle gelen derinlikten çekinmektir. Peter Brook’un “boş alan” metaforu tam da bu noktada anlam kazanır. Sahne boş olabilir ama içeriği boş olmamalı. Bilgiyle dolmayan bir boşluk, sadece sessizliktir. Jest bilinçle anlam bulur, bilgi olmadan yapılan jest yalnızca harekettir.
Barthes’ın fotoğraf teorisinden ödünçleyeceğimiz studium ile punctum ayrımı sahnede de metni iki katmanlı deneyime dönüştürür. Studium oyunun genel temasını, karakterlerin ilişkisini ve metnin örgüsünü temsil ederken, punctum sahnede beklenmedik bir bakış, küçük bir jest ya da duygu kırılması olarak izleyicide çarpıcı bir “delik” açar. Bu iki katmanı prova sürecinde iç içe geçirmek hem metni çözümler hem de her performansta yeni sürprizlere yer bırakarak izleyicinin dikkatini canlı tutar.
Barthes’ın Image Music Text’te sözünü ettiği “grain de la voix” yani sesin dokusu, oyuncunun metni sahneye taşırken yalnızca sözcükleri değil, bedenin içinde şekillenen sesi de anlamın taşıyıcısı hâline getirir. Tiyatroda yorum sadece ne söylendiğiyle değil, nasıl söylendiğiyle de kuruludur. Sesin çatlaması, duraksaması, nefesin ritmi… bunlar sahnede kurulan anlatının duygusal haritasını belirler. Bu yaklaşım metni yalnızca zihinde değil, bedende de okuma pratiğine dönüştürür. Oyuncu metni performatif olarak sesin içinden geçirerek yeniden yazar. Aynı basit cümle, “Ben buradayım,” düz ve duru okunduğunda sadece bilgi verirken; ses çatladığında bir protestoya, göz teması kesildiğinde içe dönüşe, tını değiştiğinde ise bir fısıltıya dönüşür. Yani metnin anlamı, sadece yazılı olanda değil, sesin taşıdığı duygusal kırılmalarda gizlidir.
Ve bütün bu metin korkularına karşı ironik bir sahne önerisi: dekor yok, izleyici yok, sadece Barthes’ın hayalet sesi sahnede dolanıyor. Her replikten sonra usulca fısıldıyor: “Bu yorumun da bir anlamı olabilir…” Oyunun sonunda bir kitapçık bırakılıyor seyirciye, içinde tek bir cümle yazıyor: “Hâlâ buradaysan, belki okumaya hazırsındır.”
Sahne sadece duygularla değil, düşüncelerle de oluşur. Metni okumak, ona dokunmak, bazen onu sorgulamak… Belki tiyatronun en iyi provası, sayfa sayfa yapılan sessiz yolculuktur. Hem sahneye hem kendine…
Hatice GÖRGEÇ

