11 Kasım, yani 11.11 Bekarlar Günü, ilk olarak Çin’de bekarların özgürlüklerini kutladıkları,Sevgililer Günü’ne karşıt bir gün olarak ortaya çıktı. Zamanla, dünya çapında Kara Cuma’ya rakip olacak düzeyde bir alışveriş çılgınlığına dönüştü.
Ancak tüm bu tüketim telaşının ardında, bekarlık ve ilişkilere dair bir soru gizli: Bir ilişkiye duyduğumuz arzu gerçekten bizim seçimimiz mi, yoksa toplumun yalnız kalma korkusunu bize dayatmasının bir sonucu mu?
Yunan yönetmen Yórgos Lánthimos’un 2015 yapımı filmi The Lobster (Türkçesi: Istakoz), bu
temayı çarpıcı bir şekilde ele alıyor. Film, kara mizah kullanarak, baskıcı kuralların hakim olduğu karanlık bir toplum yapısını, yani bir distopyayı resmediyor ve insanları her koşulda çift olmaya zorlayan bir düzenin absürtlüğünü izleyiciye çarpıcı bir şekilde aktarıyor.
The Lobster’ın Konusu: Aşk ve Yalnızlık Üzerine Karanlık Bir Distopya
Filmde Colin Farrell’ın canlandırdığı baş karakter David, bekar kalmanın toplum için tehdit olarak kabul edildiği distopik bir dünyada, “eş” bulma zorunluluğu ile bir otele gönderilir. Burada yalnızca 45 gün içinde kendine bir eş bulmak zorundadır; aksi takdirde kendi seçimi olan bir hayvana –ıstakoza– dönüştürülerek cezalandırılacaktır.
Otel, konuklarını çift olmaya zorlayan katı kurallar koyar ve bekarlara “çift olmanın avantajlarını” öğretmek amacıyla zorunlu dersler ve çeşitli etkinlikler düzenler. Bu aktivitelerde çift olmak, güvenli ve tamamlayıcı bir durum olarak sunulurken, bekar kalmak tehlikeli ve eksik bir yaşam olarak gösterilir.
Otel yönetimi, toplumun “herkes evlenmeli” baskısını simgelerken; verilen sürede eş bulamayanların hayvana dönüştürülmesi cezası, toplumun gözünde bekar kalmanın nasıl bir “aşağılanma” olarak görüldüğünü ima eder.
David, otelin katı kurallarına uyarak bir eş bulmayı başaramaz ve sonunda bu baskıcı ortamdan
kaçarak ormanda “Yalnızlar” adlı bir direniş grubuna katılır. Toplumun evlilik baskısından tamamen uzak olan bu grup, ironik bir biçimde kendi baskıcı kurallarını dayatır; ancak tam ters yönde. Yalnızlar topluluğunda her türlü romantik ilişki kesinlikle yasaktır. Grubun lideri, gerçek bağımsızlığın bağlılıklardan kaçınmakla korunabileceğine inandığından, en ufak yakınlık belirtisi gösteren üyeleri dahi cezalandırır.
Ancak kaderin bir cilvesi olarak, David tam da bu grupta bir kadınla tanışır ve ona aşık olur.
Grubun romantizmi yasaklayan katı kurallarına ve yüksek ceza riskine rağmen, David onunla gizli bir ilişkiye başlar ve aşkı için her türlü cezayı göze alır.
Bir Distopya Olarak “Çift Olma” İdealinin Eleştirisi
Film, çift olma konusundaki toplumsal baskıları kara mizah ve absürtlükle sorgularken seyirciye
şu soruyu yöneltiyor: İlişkilerimizde gerçekten mutlu muyuz, yoksa sadece toplumsal normlara uyum sağlamak için mi bir ilişki arıyoruz? Çift olmak doğuştan gelen bir ihtiyaç mı, yoksa kurgulanmış bir toplumsal beklenti mi?
Filmde, bekar bireyler toplum için bir tehdit olarak görülüyor; yalnız kalmanın tehlikeli olduğuna
inanılıyor. Bu bakış açısı, filozof Thomas Hobbes’un “herkesin herkese karşı savaşı” kavramını
hatırlatıyor: Hobbes, sosyal düzenin olmadığı bir dünyada insanların çıkar çatışmalarına girerek
kaosa sürükleneceğini ve barışın ancak bireysel özgürlüklerin kısmen feda edildiği bir “toplumsal sözleşme” ile sağlanabileceğini savunur.
Benzer şekilde, evlilik de bir tür toplumsal sözleşme gibi düşünülebilir. Burada amaç, bireylerin mutluluğunu sağlamaktan çok, arzuları kontrol altına alarak toplumsal düzeni korumaktır. Evlilik,
bekarlığın “tehlikeli” yönlerini bastıran bir kontrol mekanizması ve sınırsız bireyselliği kısıtlayan bir sınır işlevi görür.
Yalnızlık İdeali ve Toplumsal Baskılardan Kaçış
David’in otelden kaçıp “Yalnızlar” grubuna katılması, eş arayışına güçlü bir tezat oluşturur:
Ancak burada da ironik bir şekilde yalnızlığı idealize eden, hatta bunu bir zorunluluk haline getiren baskıcı bir toplulukla karşılaşırız. Yalnızlar grubu, yalnızlığı o denli yüceltir ki, romantik ilişkileri yasaklayan katı kurallarıyla kendi baskı düzenini yaratır. Bu noktada film, iki zıt uç arasındaki gerilimi gözler önüne serer: İster toplum tarafından zorla çift olmaya itilen, ister zorla yalnızlığa yönlendirilen bireyler olsun, her iki durumda da özgür iradeleri kısıtlanır. Gerçek özgürlük, ne yalnızlığa zorlanmakta ne de ilişkilere mahkum edilmekte yatar; asıl özgürlük, toplum baskılarından sıyrılarak, bireyin kendi iradesiyle seçim yapabilmesinde gizlidir.
Rilke’nin İzinde Yalnızlığı Korumak
Bekarlar Günü’nde, The Lobster filmini hatırlamak, bizi içimize dönmeye ve kendimize şu soruyu
dürüstçe sormaya davet eder: Bir ilişkiye duyduğumuz arzu gerçekten bize mi ait, yoksa toplumun beklentileriyle beslenen yalnız kalma korkusundan mı kaynaklanıyor?
David’in yolculuğu bu soruya farklı bir perspektiften yanıt verir: Sevdiği kadınla, eş bulma baskısının dayatıldığı otelde değil; doğanın yalnızlığında, yalnız kalmayı benimseyenlerin arasında tanışır. Belki de aşk, onu çaresizce ararken değil; yalnızlık korkusunu ve toplumsal beklentileri geride bıraktığımızda bizi bulur. Kendimizle ve yalnızlığımızla barış içinde olduğumuz o dinginlikte, baskıdan değil, özgür bir seçimden doğan gerçek bir bağ kurabiliriz.
Bu düşünce, şair Rainer Maria Rilke’nin “Genç Bir Şaire Mektuplar” adlı eserinde, evliliğe dair dile getirdiği görüşlerde de yankı bulur: “Evliliğin amacı, tüm sınırları yıkarak hızlı bir ortaklık yaratmak değildir; aksine, iyi bir evlilik, her bir eşin diğerini kendi yalnızlığının koruyucusu olarak atadığı bir birlikteliktir.” Önce yalnızlığımızı kucaklayarak, kendimizi toplumsal beklentilerin ötesine taşır ve bireyselliğimizi onurlandıran ilişkiler kurmaya daha açık hale geliriz.
Bekarlar Günü, sadece bekarlığı değil, özgürlüğü de kutlama fırsatımız olsun.İster yalnız olalım,ister bir ilişkide,asıl önemli olan seçimlerimizi kendimize sadık kalarak yapabilme özgürlüğümüzdür.
Derya ULUSOY